İnsanların çoğunun hayatı öylesine sefil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir şey kaybettikleri söylenemez.
Bu çeşit kimselerde, değerli bir nitelik taşıyan biricik yan,yani insanlığın genel özellikleri ise, onlar ölseler bile,
öteki insanlarda var olmaya devam eder.
Devamlılık, bireylerin değil, insanlığın bir özelliğidir. İnsana sonsuz bir hayat verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, en sonunda karakterinin değişmezliği ve sınırlı zekasından ötürü, öyle bir yeksenaklık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki, sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı.
Bireyin ruh ölümsüzlüğünü istemek, bir yanılgıyı sonsuz olarak tekrarlamayı istemekle birdir. Çünkü aslında her birey, özel bir yanılgı,zavallı bir şey ve varolmaması gereken bir varlıktır. Ve hayatın gerçek amacı, bizi bundan kurtarmaktır. Bunu açıkça gösteren şey, bir çok insanın, hatta bütün insanların, hayal ettikleri bir dünyada olsalar bile, mutluluğa ulaşamayacak bir biçimde yaratılmış olmasıdır.
Hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyrılmış olsa, can sıkıntısının avucuna düşecekler ve can sıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkünlüğe, acılara, sıkıntılara yeniden yöneleceklerdir. Demek ki, insanı daha iyi bir duruma ulaştırmak için, onu daha iyi bir dünyanın içine yerleştirmek yetmez; asıl yapılması gereken iş, onu tepeden tırnağa değiştirmek ve o ana kadar ne ise, artık öyle olmamasını sağlamaktır. Bütün hayat etkinliklerinin sona ermesi, bu etkinliği sürdüren gücün bir yük altında kurtuluşu gibi görünüyor. Ölülerin yüzlerinde görülen o yumuşak durulmuşluk, belki de bunu dile getirmektedir.
(...)
Köpeğinize bakın: ne kadar uysal, ne kadar uslu değil mi? Bu köpek, yeryüzüne gelene kadar, binlerce köpeğin ölüp gitmesi
gerekti. Ama bu binlerce köpeğin ölümü, köpek İdea'sına hiç dokunmadı bile. Bu İdea, onların ölümleri ile kararmadı.
Köpeğinizin, sanki bugün dünyaya gelmiş gibi canlı ve diri olması ve hiçbir zaman ölüp gitmeyecek gibi görünmesi bundan
ötürüdür. Onun gözlerinde, varlığında taşıdığı ölümsüz ilke yani archeus pırıldamaktadır.
Peki binlerce yıl içinde ölüm neyi ortadan kaldırdı? Ölüm köpeği ortadan kaldırmadı. Çünkü köpek, işte şurada gözlerinizin önünde
ve kılına bile dokunulmamış halde duruyor. Ölümün yok ettiği şey, bilincimizin güçsüzlüğünün, ancak zaman içinde algılayabildiği
biçimi ve gölgesidir onun.
(...)
Hayatın kısa rüyasına karşılık, sınırsız zamanın gecesi ne kadar uzun!
Arthur Schopenhauer
13 Ağustos 2008 Çarşamba
Arthur Schopenhauer: Hayatın Acıları Üzerine
Hayatın Acıları Üzerine
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.
Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık.
Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve
kendi kendime, "Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!" diyordum.
Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: "Yine ne var?"
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün
zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
(...)
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.
İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?
(...)
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"
(...)
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.
İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.
Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık.
Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve
kendi kendime, "Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!" diyordum.
Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: "Yine ne var?"
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün
zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
(...)
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.
İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?
(...)
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"
(...)
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.
İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Arthur Schopenhauer: Sanat Üzerine
Her istek, bir gereksinimden, bir yoksunluktan, bir acıdan doğar; giderildiği zaman insan yatışır.
Ama yatışmış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin.
Alınyazısından kopardığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.
İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez.
Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, İksion'un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos'tur o.
Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız.
Epiküros'un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılardan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksilon'un çıkrığı durur o zaman... Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.
*
* *
Katışıksız düşüncenin istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğunu daha iyi görür.
*
* *
Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.
*
* *
Kaçamak, esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü şair, insanlığın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa.
*
* *
Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi.
Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat betimlenimleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.
*
* *
Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, iç rahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
*
* *
Melodinin yaratılması, insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması, burada her yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden, daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de yetersizdir.
Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.
Ama yatışmış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin.
Alınyazısından kopardığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.
İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez.
Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, İksion'un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos'tur o.
Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız.
Epiküros'un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılardan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksilon'un çıkrığı durur o zaman... Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.
*
* *
Katışıksız düşüncenin istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğunu daha iyi görür.
*
* *
Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.
*
* *
Kaçamak, esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü şair, insanlığın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa.
*
* *
Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi.
Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat betimlenimleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.
*
* *
Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, iç rahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
*
* *
Melodinin yaratılması, insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması, burada her yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden, daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de yetersizdir.
Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.
Arthur Rimbaud: Sarhoş Gemi
Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak Kızılderililer, nişan almak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.
Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.
Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.
Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece hora teptim;
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.
Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen sular;
Ne şarap lekesi kaldı,ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.
O zaman gömüldüm artık denizin Şi’rine,
İçim dışım sütbeyaz köpükten, yıldızlardan,
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.
Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.
Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri,
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.
Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir ayinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperir uzaklaşan dalgalar sıra sıra.
Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.
Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni
Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.
Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebem kuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.
Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.
Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer.
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.
Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı.
Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım, diz çökmüş bir kadın gibi.
Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.
İşte ben o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanze kadırgaları takamazken peşine.
Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins cins şaire mahsus yiyecekler;
Güneş yosunları, mavilik medusaları.
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın.
Yıldız yıldız adalar , kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarca altın kuş, sen ey gelecek kudret.
Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahsun bir çocuk
Mayıs kelebeği gibi kağıttan gemisini.
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum dalgalar,
Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerin sularında yüzemem
Arthur RİMBAUD
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak Kızılderililer, nişan almak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.
Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.
Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.
Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece hora teptim;
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.
Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen sular;
Ne şarap lekesi kaldı,ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.
O zaman gömüldüm artık denizin Şi’rine,
İçim dışım sütbeyaz köpükten, yıldızlardan,
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.
Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.
Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri,
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.
Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir ayinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperir uzaklaşan dalgalar sıra sıra.
Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.
Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni
Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.
Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebem kuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.
Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.
Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer.
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.
Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı.
Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım, diz çökmüş bir kadın gibi.
Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.
İşte ben o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanze kadırgaları takamazken peşine.
Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins cins şaire mahsus yiyecekler;
Güneş yosunları, mavilik medusaları.
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın.
Yıldız yıldız adalar , kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarca altın kuş, sen ey gelecek kudret.
Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahsun bir çocuk
Mayıs kelebeği gibi kağıttan gemisini.
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum dalgalar,
Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerin sularında yüzemem
Arthur RİMBAUD
Arthur Rimbaud: Polise Yeminli İfade
10 Temmuz (akşam 8 suları)
Bir yıldan daha fazla bir süre Londra'da Mösyö Verlaine'le beraber yaşadım. Gazeteci olarak çalışıyor ve Fransızca dersi veriyoruz. İçinde yaşadığımız cemiyet imkânsızlaşmıştı, ben de Paris'e geri dönmek istedim. 4 gün sonra Brüksel'e gitmek için yola çıktım ve Verlaine'in beni ona katılmaya çağıran telgrafını gördüm. 2 gün sonra geldim ve Brasseurs Caddesi No. 1'de onunla ve annesiyle kaldım. Paris'e gitmek istediğimi açıkça söylemiştim. “Tamam git, neler olacağını göreceksin” diye cevap verdi.
O sabah, Saint Hubert Galerisi'nde bir ara yoldan tabanca satın aldı, öğlen sularında döndüğünde tabancayı bana gösterdi. Grand Place'taki Maison des Brassuers'e gittik ve benim ayrılışım üstüne kavga ettik. Saat 2 sularında evimize döndüğümüzde bir anahtarla kapıyı kilitledi, oturdu, tabancasını doldurdu ve iki defa ateş etti. Bana “Sana terketmeyi öğreteceğim!” dedi.
Tabancayı hemen üç metre ilerden ateşledi. Birincisi elime geldi, ikincisini ıskaladı. Annesi de oradaydı, bana yardım etti. St. John Hastanesi'ne götürüldüm, orada yaramı sardılar. Yanımda Verlaine ve annesi vardı. Yaram sarılınca eve döndük. Verlaine devamlı “Beni terketme, kal benle” diyordu ama bunu istemedim. O akşam 7'de evden hep beraber ayrıldık. Place Roupp'a yaklaştığımızda Verlaine beni geçip önümüzden yürüdü, sonra tekrar yanıma döndü. Elini, tabancasını almak için cebine soktuğunu gördüm.
Yarı dönerek geri çekildim. Sonra bir polis bularak hikâyeyi anlattım, polis de Verlaine'i karakola götürdü. Verlaine eğer huzur içinde gitmeme izin verseydi bana verdiği fiziksel zararı şikâyet etmeyecektim.
Çeviren: Ahmet Güntan
kitap-lık
Sayı: 99 Kasım 2006
Bir yıldan daha fazla bir süre Londra'da Mösyö Verlaine'le beraber yaşadım. Gazeteci olarak çalışıyor ve Fransızca dersi veriyoruz. İçinde yaşadığımız cemiyet imkânsızlaşmıştı, ben de Paris'e geri dönmek istedim. 4 gün sonra Brüksel'e gitmek için yola çıktım ve Verlaine'in beni ona katılmaya çağıran telgrafını gördüm. 2 gün sonra geldim ve Brasseurs Caddesi No. 1'de onunla ve annesiyle kaldım. Paris'e gitmek istediğimi açıkça söylemiştim. “Tamam git, neler olacağını göreceksin” diye cevap verdi.
O sabah, Saint Hubert Galerisi'nde bir ara yoldan tabanca satın aldı, öğlen sularında döndüğünde tabancayı bana gösterdi. Grand Place'taki Maison des Brassuers'e gittik ve benim ayrılışım üstüne kavga ettik. Saat 2 sularında evimize döndüğümüzde bir anahtarla kapıyı kilitledi, oturdu, tabancasını doldurdu ve iki defa ateş etti. Bana “Sana terketmeyi öğreteceğim!” dedi.
Tabancayı hemen üç metre ilerden ateşledi. Birincisi elime geldi, ikincisini ıskaladı. Annesi de oradaydı, bana yardım etti. St. John Hastanesi'ne götürüldüm, orada yaramı sardılar. Yanımda Verlaine ve annesi vardı. Yaram sarılınca eve döndük. Verlaine devamlı “Beni terketme, kal benle” diyordu ama bunu istemedim. O akşam 7'de evden hep beraber ayrıldık. Place Roupp'a yaklaştığımızda Verlaine beni geçip önümüzden yürüdü, sonra tekrar yanıma döndü. Elini, tabancasını almak için cebine soktuğunu gördüm.
Yarı dönerek geri çekildim. Sonra bir polis bularak hikâyeyi anlattım, polis de Verlaine'i karakola götürdü. Verlaine eğer huzur içinde gitmeme izin verseydi bana verdiği fiziksel zararı şikâyet etmeyecektim.
Çeviren: Ahmet Güntan
kitap-lık
Sayı: 99 Kasım 2006
Arthur Rimbaud: Mutluluk
Ey mevsimler, ey şatolar!
Deyin kusursuz kim var?
Ben de herkes gibi tuttum
Büyülü mantığı denedim.
Selâm Gal horozuna selâm
Selâm her ötüşünde selâm
Hevesten, arzudan oldum
Görün sıfırı tükettim.
Yedi bitirdi bu büyü beni
Takat komadı, yok etti.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Sıvışma saati, yazık
Ölüm saatidir artık.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Çeviri: İlhan BERK
Deyin kusursuz kim var?
Ben de herkes gibi tuttum
Büyülü mantığı denedim.
Selâm Gal horozuna selâm
Selâm her ötüşünde selâm
Hevesten, arzudan oldum
Görün sıfırı tükettim.
Yedi bitirdi bu büyü beni
Takat komadı, yok etti.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Sıvışma saati, yazık
Ölüm saatidir artık.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Çeviri: İlhan BERK
Arthur Rimbaud: İlluminations - 9 Son Bölüm
BOTTOM
GERÇEK, benim büyük yaratılışım için her ne kadar güçlüklerle doluysa da,- gene de Bayan'ın evinde tavanın silmelerine doğru uçan ve kanatlarımı akşamın karanlıklarında sürüyen kocaman kül rengi - mavi bir kuş olarak buldum kendimi.
Onun tapılası elmaslarını ve vücudunun kusursuz yapısını taşıyan karyolanın ayakucunda, diş etleri mor, kaygıdan tüyleri ağarmış bir ayı oldum; gözlerim billur ve gümüş takımlarında konsolların.
Her şey gölge ve kızgın bir akvaryum oldu. Sabahleyin, - çekişici haziran şafağı - kentin yöresinden Sabine'ler gelip boynuma atılıncaya dek, bir eşek (olarak), sızlanmalarımı çınlatarak ve sallayarak tarlalarda koştum durdum.
H
TÜM korkunçluklar bozuyor. Hortense'ın o yıldırıcı davranılarını. Kendiliğinden bir sevdadır yalnızlığı; dipdiri bir sevidir yorgunluğu. Bir çocuk gözetiminde, nice nice çağlar ulusların yaman bir sağlıkbilgisi oldu o. Kapısı açık yoksulluğa. Orada, yaşayan kişilerin aktöresi, onun tutkusunda ya da eyleminde kaybolur gider. - Ey o korkunç ürpertisi ilk aşklann o kanlı toprakta, hem de hidrojenlerle pırıl pırıl! gidin, bulun Hortense'ı.
DEVİNİM
Devinimi ipin, o ırmağın sularının döküldüğü bentte,
Geminin kıç bodoslamasında uçurum,
Çabukluğu rampanın,
Korkunç uğrayışı akıntının
Çekip götürülüyor tuhaf ışıklarla
Sonra o kimyasal yenilik
Vadinin hava hortumuyla çevrili yolcular
ve strom'un.
Fatihleri bunlar dünyanın
Bir zenginlik arayanlar kimyasal kişisel;
Spordu, rahatlıktı onlarla yola çıkmışlar;
Irkların, sınıfların ve hayvanların
Eğitimini götürüyorlar, bu gemide
Dinlenmek ve başdönmesi
O tufansı ışıkta,
O yaman çalışma gecelerinde.
O konuşmalar çünkü, cihazlar, kan, çiçek, ateş ve elmaslar arasında
Kaçıp giden geminin bordasındaki cansıkıcı hesaplar çünkü
- Hidrolik devinimsel yolun ötesindeki bir set gibi kayarak,
Görüyorsun azmanları, sonsuz pırılpırıllar, -o stok çalışmalar,
Sürmüşler kendilerini o uyumsal coşkuya
Ve yiğitliğine buluşun.
O en şaşırtıcı hava kazalarında
Bir çift genç bir kenara çekilip durmuşlar köprünün kemerinde,
- Bu o eski vahşet mi bağışlanan?-
Türküler söylüyorlar ve nöbet tutuyorlar.
SOFULUK
KIZKARDEŞİM, Louise Vanaen de Yoringhem'e: - Kuzey denizine dönük mavi hotozu. - Deniz kazasına uğrayanlar için.
Kızkardeşim Leonie Aubois d'Ashby'ye. Baou (*) vızıldayan ve pis kokan yaz otu. Humması için anaların ve çocukların.
Lulu'ye, - şeytana - Amies zamanındaki o küçük kiliselerle tamamlanmamış eğitimi için bir özlem duyan. Adamlar için.
- Bayan ..... .'e.
Delikanlılığıma, bir zamanların. Bu kocamış evliyaya, keşiş kulübesine, ya da yalvaçlığa.
Usuna yoksulların. Ve o en yüksek rahipler katına.
Sonra bütün tapınışlara, anılmağa değer bir tapınış yerinde ve öylesine olaylar içindeki anlık dileklere, ya da gerçek kötülüğümüze uyarak kendimizi bırakıvermemiz gerek.
Bu akşam o yüksek buzlar ülkesi Cireto'ya, balık gibi yağlı, al gecenin on ayı gibi renk renk, - (yüreği amber ve kav), - o dilsiz tek yakarış için benim, o gece bölgeleri gibi, o kutupsal boşluktan daha amansız olan yiğitliklerden önce gelen.
Ne pahasına olursa olsun, bütün o çağlarla (havalarla), doğa ötesi yolculuklarla bile. - Ama daha yok artık.
______________________________ ______
(*) Baou, Malezyaca, yiiz ölçümü (D. de Graaf'a göre).
PERİ
SEVGİ ve bugündür o, madem köpüklü kışa, yazın gürültüsüne açık bir ev yaptı, içkileri, besinleri arıttı, o ki uçucu yerlerin büyüsü, konutların insanüstü tatlılığıdır. Sevgi ve gelecektir o, kuvvet ve aşk demek olan biz, taşkınlıklar, can sıkıntıları içinde fırtınalı gökte coşku bayraklarının geçtiğini görüyoruz.
Aşktır o, tam bir ölçü ve yeniden türetilmiş, o beklenmedik, olağanüstü akıl ve sonsuzluk: tapılan makinesi yazgısal niteliklerin. Biz onun ve kendimizin korkunç üstünlüğünü biliyoruz hep: ey o sevinci sağlığımızın, hızlı yetilerimizin, ona olan bencil sevgi ve tutku, o ki sonsuz dirimi için sever bizi.
Ve biz onu anarız ve o dolaşır ... Ve tapma başını alıp gidince, çınlar, çınlar verdiği söz: «Boş inanlar, bu eski bedenler, bu karı kocalar ve bu çağlar geride kalsın. Batan, bu çağ!»
Başını alıp gideyim demeyecek o, bir gökten yeniden ineyim demeyecek, kadınların öfkelerinin, erkeklerin sevinçlerinin kurtuluşunu yerine getiremeyecek ve bütün o günahtan sıyrılamayacak: olan oldu çünkü, yaşayarak ve sevilerek.
Ey o solukları, başları, koşuları onun: biçimlerin ve eylemin yetkinliğinin amansız çabukluğu!
Ey o verimliliği aklın ve uçsuz bucaksızlığı evrenin! Vücudu; düşlenmiş kurtuluş, yeni baskıyla kesişen güzelliğin kopması!
Görünümü, görünümü onun! Bütün o eski dize gelmeler ve onun geçişine dinelmiş acılar.
Işığı onun! O çok yeğin musikideki tüm çınlamalı, devimsel yasların kaldırıp atılması.
Adımı! Eski saldırılardan daha büyük olan göçler.
Ey O ve biz! Yitik acımalardan daha sıcak olan böbürlenme.
Ey yeryüzü! Ve o yeni mutsuzlukların yaman ezgisi!
Bizim hepimizi tanıdı ve hepimizi sevdi o. Bu kış gecesi, ona, burunlardan burunlara, gürültülü kutuptan şatoya dek, kabalıklardan sahile, bir bakıştan öbür bakışlara, güçlerden ve o yorgun duygulardan seslenelim, ve görmeyi düşünelim onu ve sonra da tutup gönderelim onu ve bataklıklar altında ve tepesinde kar çöllerinin görüntülerini, o soluk alış verişlerini, vücudunu, ışığını izleyelim
GERÇEK, benim büyük yaratılışım için her ne kadar güçlüklerle doluysa da,- gene de Bayan'ın evinde tavanın silmelerine doğru uçan ve kanatlarımı akşamın karanlıklarında sürüyen kocaman kül rengi - mavi bir kuş olarak buldum kendimi.
Onun tapılası elmaslarını ve vücudunun kusursuz yapısını taşıyan karyolanın ayakucunda, diş etleri mor, kaygıdan tüyleri ağarmış bir ayı oldum; gözlerim billur ve gümüş takımlarında konsolların.
Her şey gölge ve kızgın bir akvaryum oldu. Sabahleyin, - çekişici haziran şafağı - kentin yöresinden Sabine'ler gelip boynuma atılıncaya dek, bir eşek (olarak), sızlanmalarımı çınlatarak ve sallayarak tarlalarda koştum durdum.
H
TÜM korkunçluklar bozuyor. Hortense'ın o yıldırıcı davranılarını. Kendiliğinden bir sevdadır yalnızlığı; dipdiri bir sevidir yorgunluğu. Bir çocuk gözetiminde, nice nice çağlar ulusların yaman bir sağlıkbilgisi oldu o. Kapısı açık yoksulluğa. Orada, yaşayan kişilerin aktöresi, onun tutkusunda ya da eyleminde kaybolur gider. - Ey o korkunç ürpertisi ilk aşklann o kanlı toprakta, hem de hidrojenlerle pırıl pırıl! gidin, bulun Hortense'ı.
DEVİNİM
Devinimi ipin, o ırmağın sularının döküldüğü bentte,
Geminin kıç bodoslamasında uçurum,
Çabukluğu rampanın,
Korkunç uğrayışı akıntının
Çekip götürülüyor tuhaf ışıklarla
Sonra o kimyasal yenilik
Vadinin hava hortumuyla çevrili yolcular
ve strom'un.
Fatihleri bunlar dünyanın
Bir zenginlik arayanlar kimyasal kişisel;
Spordu, rahatlıktı onlarla yola çıkmışlar;
Irkların, sınıfların ve hayvanların
Eğitimini götürüyorlar, bu gemide
Dinlenmek ve başdönmesi
O tufansı ışıkta,
O yaman çalışma gecelerinde.
O konuşmalar çünkü, cihazlar, kan, çiçek, ateş ve elmaslar arasında
Kaçıp giden geminin bordasındaki cansıkıcı hesaplar çünkü
- Hidrolik devinimsel yolun ötesindeki bir set gibi kayarak,
Görüyorsun azmanları, sonsuz pırılpırıllar, -o stok çalışmalar,
Sürmüşler kendilerini o uyumsal coşkuya
Ve yiğitliğine buluşun.
O en şaşırtıcı hava kazalarında
Bir çift genç bir kenara çekilip durmuşlar köprünün kemerinde,
- Bu o eski vahşet mi bağışlanan?-
Türküler söylüyorlar ve nöbet tutuyorlar.
SOFULUK
KIZKARDEŞİM, Louise Vanaen de Yoringhem'e: - Kuzey denizine dönük mavi hotozu. - Deniz kazasına uğrayanlar için.
Kızkardeşim Leonie Aubois d'Ashby'ye. Baou (*) vızıldayan ve pis kokan yaz otu. Humması için anaların ve çocukların.
Lulu'ye, - şeytana - Amies zamanındaki o küçük kiliselerle tamamlanmamış eğitimi için bir özlem duyan. Adamlar için.
- Bayan ..... .'e.
Delikanlılığıma, bir zamanların. Bu kocamış evliyaya, keşiş kulübesine, ya da yalvaçlığa.
Usuna yoksulların. Ve o en yüksek rahipler katına.
Sonra bütün tapınışlara, anılmağa değer bir tapınış yerinde ve öylesine olaylar içindeki anlık dileklere, ya da gerçek kötülüğümüze uyarak kendimizi bırakıvermemiz gerek.
Bu akşam o yüksek buzlar ülkesi Cireto'ya, balık gibi yağlı, al gecenin on ayı gibi renk renk, - (yüreği amber ve kav), - o dilsiz tek yakarış için benim, o gece bölgeleri gibi, o kutupsal boşluktan daha amansız olan yiğitliklerden önce gelen.
Ne pahasına olursa olsun, bütün o çağlarla (havalarla), doğa ötesi yolculuklarla bile. - Ama daha yok artık.
______________________________ ______
(*) Baou, Malezyaca, yiiz ölçümü (D. de Graaf'a göre).
PERİ
SEVGİ ve bugündür o, madem köpüklü kışa, yazın gürültüsüne açık bir ev yaptı, içkileri, besinleri arıttı, o ki uçucu yerlerin büyüsü, konutların insanüstü tatlılığıdır. Sevgi ve gelecektir o, kuvvet ve aşk demek olan biz, taşkınlıklar, can sıkıntıları içinde fırtınalı gökte coşku bayraklarının geçtiğini görüyoruz.
Aşktır o, tam bir ölçü ve yeniden türetilmiş, o beklenmedik, olağanüstü akıl ve sonsuzluk: tapılan makinesi yazgısal niteliklerin. Biz onun ve kendimizin korkunç üstünlüğünü biliyoruz hep: ey o sevinci sağlığımızın, hızlı yetilerimizin, ona olan bencil sevgi ve tutku, o ki sonsuz dirimi için sever bizi.
Ve biz onu anarız ve o dolaşır ... Ve tapma başını alıp gidince, çınlar, çınlar verdiği söz: «Boş inanlar, bu eski bedenler, bu karı kocalar ve bu çağlar geride kalsın. Batan, bu çağ!»
Başını alıp gideyim demeyecek o, bir gökten yeniden ineyim demeyecek, kadınların öfkelerinin, erkeklerin sevinçlerinin kurtuluşunu yerine getiremeyecek ve bütün o günahtan sıyrılamayacak: olan oldu çünkü, yaşayarak ve sevilerek.
Ey o solukları, başları, koşuları onun: biçimlerin ve eylemin yetkinliğinin amansız çabukluğu!
Ey o verimliliği aklın ve uçsuz bucaksızlığı evrenin! Vücudu; düşlenmiş kurtuluş, yeni baskıyla kesişen güzelliğin kopması!
Görünümü, görünümü onun! Bütün o eski dize gelmeler ve onun geçişine dinelmiş acılar.
Işığı onun! O çok yeğin musikideki tüm çınlamalı, devimsel yasların kaldırıp atılması.
Adımı! Eski saldırılardan daha büyük olan göçler.
Ey O ve biz! Yitik acımalardan daha sıcak olan böbürlenme.
Ey yeryüzü! Ve o yeni mutsuzlukların yaman ezgisi!
Bizim hepimizi tanıdı ve hepimizi sevdi o. Bu kış gecesi, ona, burunlardan burunlara, gürültülü kutuptan şatoya dek, kabalıklardan sahile, bir bakıştan öbür bakışlara, güçlerden ve o yorgun duygulardan seslenelim, ve görmeyi düşünelim onu ve sonra da tutup gönderelim onu ve bataklıklar altında ve tepesinde kar çöllerinin görüntülerini, o soluk alış verişlerini, vücudunu, ışığını izleyelim
Arthur Rimbaud: İlluminations - 8
GENÇLİK
I
PAZAR
HESAPLAR bir yana, gökyüzünün kaçınılmaz inişi, anıların yoklaması ve uyumların oturumu, usun barınağını, kafasını ve evrenini uğraştırıyor.
- Bir at, kömürsü bir vebayla delik deşik, kentin kıyısındaki koşu alanından boşanıp tarlalar, ağaçlıklar boyunca geçip gidiyor. Zavallı çilekeş bir kadın, nice beklenilmedik bırakılmışlıklardan sonra; yeryüzünün bir köşesinde iç çekiyor. Caniler, fırtınadan, sarhoşluktan ve yaralardan sonra tükeniyor. Küçük çocuklar, ırmaklar boyunca felâketler altında boğuluyorlar.
Yığınlarla birleşen ve yükselen yırtıcı yapıtın gürültüsünde yeniden çalışmaya koyulalım.
II
SONNET
EY normal yapılı insan, ten meyve bahçesine asılı bir meyve değil miydi, ey o çocuk günler! vücut har vurup harman savrulacak bir gömü değil miydi; ey sevi sen de Psyche'nin gücü ya da yıkımı değil miydin? Toprak prensler, sanatçılarla dolup taşan bereketli bayırlarla çevriliydi; cinayetlere ve yaslara itiyordu kanınız ve soyunuz bizi: yeryüzü, o bahtınız ve yıkımınız. Ama şimdi, bu tepeleme emek,sen, o hesapların, sen, o sabırsızlıkların, saptanmamış ve hiç zorlanmamış oyununuz ve sesinizden başka bir şey değil artık, bunlar her ne kadar çift bir olayın buluş ve başarı sebebi olsa da, bu imgesiz evrenlerde kardeşsi ve ağzı sıkı insanlıkta; - güç ve hak oyunu ve sesi yansıtıyor ve ancak şimdi anlaşılıyor.
III
YİRMİ YAŞ
SÜRÜLDÜ öğretici sesler ... Acılar pahasına susturulan özdeksel saflık ... Adagio. Ah! Ergenliğin sonsuz bencilliği, özenli iyimserlik: bu yaz nasıl da çiçeklerle doluydu yeryüzü! Ölü havalar ve biçimler… Güçsüzlüğü ve yokluğu bastırmak için, bir koro! Gecesel ezgilerin camdan bir korosu ... Sahiden, sinirler hemen çıkacaklar sürgün ayına.
IV
ANTOİNE'IN düştüğü eğinimden kurtulamamışsın hâlâ.
Kuşa dönmüş çabanın delice davranışları, çocuksu böbürlenmenin sırıtmaları, çöküntü ve yılgınlık.Ama sen bu işe sarılacaksın: bütün uyumsal olanaklar, bütün mimarlık olanakları yörende dönüp duracaklar. Kusursuz, beklenmedik yaratıklar deneylerine verecekler kendilerini. Yörende, eski kalabalıkların ve o lükslerin merakı, düşlercesine akıp gidecek. Belleğin ve duyuların yaratıcı güdülerinin besini olacak salt. Ya dünya, sen içinden çıkıp gidince, ne olacak ona? Zaten, şimdi bile görünürde nesi var ki.
YÜKSEK BURUN
EPİR, Pelopenez ve büyük Japon adası ya da Arabistan gibi geniş bir alanı kaplayarak yüksek bir burun meydana getiren bu villanın ve eklentilerinin karşısında açık denizde buldu bizi altın tanyeriyle titrek şenlik gecesi yelkenlimizi. Ruhanilerin dönüşüyle aydınlanıyor tapınaklar; geniş savunma görünüşleri yeni kıyıların; sıcak çiçekler, curcunalı eğlentilerle süslü tepeler; büyük kanalları Kartaca'nın ve rıhtımları karanlık bir Venedik'in; Etna'nın o yumuşak püskürmeleri ve çiçek, su çatlakları buzulların! Alman kavaklarıyla çevrili çamaşırhaneler; Japon ağaçları başları sarkan elgin parkaların yamaçları; o değirmi cepheleri Scarborough ya da Brooklyn'nin «Royal» ya da «Grand»; sonra otelin yöresindeki yapıları berkiten, altüst eden bir yandan bir yana geçen demiryolları, bütün o yapılar ki İtalya, Asya ve Amerika tarihinin en güzel yapılarını örnek olarak almıştır ve şimdi ışıklar, içkiler zengin meltemler içindedir, pencereleri, taraçaları yolcuların, soylu kişilerin ruhlarına, - gündüzleri bütün o kıyıların eğlencelerine açıktır, - sonra da sanatıyla ünlü vadilerin ezgilerinden nasiplenirler ve Palais - Promontoire (Brun - Saray) 'ın cephelerini olağanüstü bir şekilde süslerler.
SAHNELER
ESKİ Komedi ezgilerini sürdürüyor ve idillerini bölüyor.
Salaş sahneli bulvarlar.
Kayalık bir tarlanın bir başından öbür başına değin uzanan ahşap bir iskele, yaban bir halk çıplak ağaçların altında gidip geliyor.
Kara, gazlı koridorlarda fenerli ve yapraklı gezicilerin ardısıra,
Seyircilerin yelkenlileriyle kaplı bir yarımadanın kımıldattığı bir dülger tombozu üzerine kuştan oyuncular düşüyorlar. Flüt ve tamburla karışık içli sahneler yeni kulüplerin ya da; eski Doğu salonlarının bulunduğu tavanlara uzanan çatı katlarına sarkıyor.
Oyun korularla süslü bir sahnenin önünde tepede oynanıyor, - ya da tarlaların tepelerinde oynak ağaçların gölgesinde Beoyalılar için tekrarlanıyor, yeni kılıklara giriyor.
Opéra - comique sahnemizin galeriden ışıklara değin uzanan on bölmenin kesiştiği en üst noktada bölünüyor.
TARİHSEL AKŞAM
SÖZGELİŞİ, her hangi bir akşam, saf gezegen kendini bir ara ekonomik sıkıntılarımızdan sıyrılmış bulur, usta bir el çayırların klavsenini çalmaya başlar; kraliçeleri, gözdeleri akla getiren bir ayna olan küçük gölün dibinde iskambil oynanır; azizeler, yelkenliler ve uyum ipleri, ve masalsı renkler günbatımına vurur.
Avların, göçebe kalabalıkların geçit yerinde titrer durur o.
Temsil çimenlerin iskelelerine düşer. Sonra bu anlamsız düzlemlerdeki o sıkıntıları yoksulların, güçsüzlerin!
Kulsu görünüşünde, Almanya aylara doğru iskeleler kurmaktadır; şarap tortusu çöller ışır; Tanrısal İmparatorluğun göbeğinde eski ayaklanmalar kaynaşmaktadır; taş merdiven ve koltuklardan solgun, düz küçük bir evren, Afrika ve Batılar kurulmaktadır. Sonra da bir bilinen denizler geceler balesi, değersiz bir kimya ve eldesiz ezgiler.
Aynı kentli büyü vapurun bizi bırakacağı yerlerde!
Zaten büyük bir yürek acısına sebep olan bu kişisel havaya, bu bedensel pişmanlık acılarının sisine bağlanmanın olanaksızlığını en basit bir fizikçi duyar.
Hayır! Terleme anı, kaçırılmış denizler, yeraltı yangınları, götürülen seyyarenin anı, sonra o ussal yok olmalar, Kutsal Betik'de ve Name'ların efsanelerinde oldukça kötü yüreklikle gösterilen o doğrular ve ağırbaşlı bir yaratığa gözetlemek üzere verilecek olan o an. - Ama bu hiç bir zaman bir efsane havası olmayacak!
I
PAZAR
HESAPLAR bir yana, gökyüzünün kaçınılmaz inişi, anıların yoklaması ve uyumların oturumu, usun barınağını, kafasını ve evrenini uğraştırıyor.
- Bir at, kömürsü bir vebayla delik deşik, kentin kıyısındaki koşu alanından boşanıp tarlalar, ağaçlıklar boyunca geçip gidiyor. Zavallı çilekeş bir kadın, nice beklenilmedik bırakılmışlıklardan sonra; yeryüzünün bir köşesinde iç çekiyor. Caniler, fırtınadan, sarhoşluktan ve yaralardan sonra tükeniyor. Küçük çocuklar, ırmaklar boyunca felâketler altında boğuluyorlar.
Yığınlarla birleşen ve yükselen yırtıcı yapıtın gürültüsünde yeniden çalışmaya koyulalım.
II
SONNET
EY normal yapılı insan, ten meyve bahçesine asılı bir meyve değil miydi, ey o çocuk günler! vücut har vurup harman savrulacak bir gömü değil miydi; ey sevi sen de Psyche'nin gücü ya da yıkımı değil miydin? Toprak prensler, sanatçılarla dolup taşan bereketli bayırlarla çevriliydi; cinayetlere ve yaslara itiyordu kanınız ve soyunuz bizi: yeryüzü, o bahtınız ve yıkımınız. Ama şimdi, bu tepeleme emek,sen, o hesapların, sen, o sabırsızlıkların, saptanmamış ve hiç zorlanmamış oyununuz ve sesinizden başka bir şey değil artık, bunlar her ne kadar çift bir olayın buluş ve başarı sebebi olsa da, bu imgesiz evrenlerde kardeşsi ve ağzı sıkı insanlıkta; - güç ve hak oyunu ve sesi yansıtıyor ve ancak şimdi anlaşılıyor.
III
YİRMİ YAŞ
SÜRÜLDÜ öğretici sesler ... Acılar pahasına susturulan özdeksel saflık ... Adagio. Ah! Ergenliğin sonsuz bencilliği, özenli iyimserlik: bu yaz nasıl da çiçeklerle doluydu yeryüzü! Ölü havalar ve biçimler… Güçsüzlüğü ve yokluğu bastırmak için, bir koro! Gecesel ezgilerin camdan bir korosu ... Sahiden, sinirler hemen çıkacaklar sürgün ayına.
IV
ANTOİNE'IN düştüğü eğinimden kurtulamamışsın hâlâ.
Kuşa dönmüş çabanın delice davranışları, çocuksu böbürlenmenin sırıtmaları, çöküntü ve yılgınlık.Ama sen bu işe sarılacaksın: bütün uyumsal olanaklar, bütün mimarlık olanakları yörende dönüp duracaklar. Kusursuz, beklenmedik yaratıklar deneylerine verecekler kendilerini. Yörende, eski kalabalıkların ve o lükslerin merakı, düşlercesine akıp gidecek. Belleğin ve duyuların yaratıcı güdülerinin besini olacak salt. Ya dünya, sen içinden çıkıp gidince, ne olacak ona? Zaten, şimdi bile görünürde nesi var ki.
YÜKSEK BURUN
EPİR, Pelopenez ve büyük Japon adası ya da Arabistan gibi geniş bir alanı kaplayarak yüksek bir burun meydana getiren bu villanın ve eklentilerinin karşısında açık denizde buldu bizi altın tanyeriyle titrek şenlik gecesi yelkenlimizi. Ruhanilerin dönüşüyle aydınlanıyor tapınaklar; geniş savunma görünüşleri yeni kıyıların; sıcak çiçekler, curcunalı eğlentilerle süslü tepeler; büyük kanalları Kartaca'nın ve rıhtımları karanlık bir Venedik'in; Etna'nın o yumuşak püskürmeleri ve çiçek, su çatlakları buzulların! Alman kavaklarıyla çevrili çamaşırhaneler; Japon ağaçları başları sarkan elgin parkaların yamaçları; o değirmi cepheleri Scarborough ya da Brooklyn'nin «Royal» ya da «Grand»; sonra otelin yöresindeki yapıları berkiten, altüst eden bir yandan bir yana geçen demiryolları, bütün o yapılar ki İtalya, Asya ve Amerika tarihinin en güzel yapılarını örnek olarak almıştır ve şimdi ışıklar, içkiler zengin meltemler içindedir, pencereleri, taraçaları yolcuların, soylu kişilerin ruhlarına, - gündüzleri bütün o kıyıların eğlencelerine açıktır, - sonra da sanatıyla ünlü vadilerin ezgilerinden nasiplenirler ve Palais - Promontoire (Brun - Saray) 'ın cephelerini olağanüstü bir şekilde süslerler.
SAHNELER
ESKİ Komedi ezgilerini sürdürüyor ve idillerini bölüyor.
Salaş sahneli bulvarlar.
Kayalık bir tarlanın bir başından öbür başına değin uzanan ahşap bir iskele, yaban bir halk çıplak ağaçların altında gidip geliyor.
Kara, gazlı koridorlarda fenerli ve yapraklı gezicilerin ardısıra,
Seyircilerin yelkenlileriyle kaplı bir yarımadanın kımıldattığı bir dülger tombozu üzerine kuştan oyuncular düşüyorlar. Flüt ve tamburla karışık içli sahneler yeni kulüplerin ya da; eski Doğu salonlarının bulunduğu tavanlara uzanan çatı katlarına sarkıyor.
Oyun korularla süslü bir sahnenin önünde tepede oynanıyor, - ya da tarlaların tepelerinde oynak ağaçların gölgesinde Beoyalılar için tekrarlanıyor, yeni kılıklara giriyor.
Opéra - comique sahnemizin galeriden ışıklara değin uzanan on bölmenin kesiştiği en üst noktada bölünüyor.
TARİHSEL AKŞAM
SÖZGELİŞİ, her hangi bir akşam, saf gezegen kendini bir ara ekonomik sıkıntılarımızdan sıyrılmış bulur, usta bir el çayırların klavsenini çalmaya başlar; kraliçeleri, gözdeleri akla getiren bir ayna olan küçük gölün dibinde iskambil oynanır; azizeler, yelkenliler ve uyum ipleri, ve masalsı renkler günbatımına vurur.
Avların, göçebe kalabalıkların geçit yerinde titrer durur o.
Temsil çimenlerin iskelelerine düşer. Sonra bu anlamsız düzlemlerdeki o sıkıntıları yoksulların, güçsüzlerin!
Kulsu görünüşünde, Almanya aylara doğru iskeleler kurmaktadır; şarap tortusu çöller ışır; Tanrısal İmparatorluğun göbeğinde eski ayaklanmalar kaynaşmaktadır; taş merdiven ve koltuklardan solgun, düz küçük bir evren, Afrika ve Batılar kurulmaktadır. Sonra da bir bilinen denizler geceler balesi, değersiz bir kimya ve eldesiz ezgiler.
Aynı kentli büyü vapurun bizi bırakacağı yerlerde!
Zaten büyük bir yürek acısına sebep olan bu kişisel havaya, bu bedensel pişmanlık acılarının sisine bağlanmanın olanaksızlığını en basit bir fizikçi duyar.
Hayır! Terleme anı, kaçırılmış denizler, yeraltı yangınları, götürülen seyyarenin anı, sonra o ussal yok olmalar, Kutsal Betik'de ve Name'ların efsanelerinde oldukça kötü yüreklikle gösterilen o doğrular ve ağırbaşlı bir yaratığa gözetlemek üzere verilecek olan o an. - Ama bu hiç bir zaman bir efsane havası olmayacak!
Arthur Rimbaud: İlluminations - 8
GENÇLİK
I
PAZAR
HESAPLAR bir yana, gökyüzünün kaçınılmaz inişi, anıların yoklaması ve uyumların oturumu, usun barınağını, kafasını ve evrenini uğraştırıyor.
- Bir at, kömürsü bir vebayla delik deşik, kentin kıyısındaki koşu alanından boşanıp tarlalar, ağaçlıklar boyunca geçip gidiyor. Zavallı çilekeş bir kadın, nice beklenilmedik bırakılmışlıklardan sonra; yeryüzünün bir köşesinde iç çekiyor. Caniler, fırtınadan, sarhoşluktan ve yaralardan sonra tükeniyor. Küçük çocuklar, ırmaklar boyunca felâketler altında boğuluyorlar.
Yığınlarla birleşen ve yükselen yırtıcı yapıtın gürültüsünde yeniden çalışmaya koyulalım.
II
SONNET
EY normal yapılı insan, ten meyve bahçesine asılı bir meyve değil miydi, ey o çocuk günler! vücut har vurup harman savrulacak bir gömü değil miydi; ey sevi sen de Psyche'nin gücü ya da yıkımı değil miydin? Toprak prensler, sanatçılarla dolup taşan bereketli bayırlarla çevriliydi; cinayetlere ve yaslara itiyordu kanınız ve soyunuz bizi: yeryüzü, o bahtınız ve yıkımınız. Ama şimdi, bu tepeleme emek,sen, o hesapların, sen, o sabırsızlıkların, saptanmamış ve hiç zorlanmamış oyununuz ve sesinizden başka bir şey değil artık, bunlar her ne kadar çift bir olayın buluş ve başarı sebebi olsa da, bu imgesiz evrenlerde kardeşsi ve ağzı sıkı insanlıkta; - güç ve hak oyunu ve sesi yansıtıyor ve ancak şimdi anlaşılıyor.
III
YİRMİ YAŞ
SÜRÜLDÜ öğretici sesler ... Acılar pahasına susturulan özdeksel saflık ... Adagio. Ah! Ergenliğin sonsuz bencilliği, özenli iyimserlik: bu yaz nasıl da çiçeklerle doluydu yeryüzü! Ölü havalar ve biçimler… Güçsüzlüğü ve yokluğu bastırmak için, bir koro! Gecesel ezgilerin camdan bir korosu ... Sahiden, sinirler hemen çıkacaklar sürgün ayına.
IV
ANTOİNE'IN düştüğü eğinimden kurtulamamışsın hâlâ.
Kuşa dönmüş çabanın delice davranışları, çocuksu böbürlenmenin sırıtmaları, çöküntü ve yılgınlık.Ama sen bu işe sarılacaksın: bütün uyumsal olanaklar, bütün mimarlık olanakları yörende dönüp duracaklar. Kusursuz, beklenmedik yaratıklar deneylerine verecekler kendilerini. Yörende, eski kalabalıkların ve o lükslerin merakı, düşlercesine akıp gidecek. Belleğin ve duyuların yaratıcı güdülerinin besini olacak salt. Ya dünya, sen içinden çıkıp gidince, ne olacak ona? Zaten, şimdi bile görünürde nesi var ki.
YÜKSEK BURUN
EPİR, Pelopenez ve büyük Japon adası ya da Arabistan gibi geniş bir alanı kaplayarak yüksek bir burun meydana getiren bu villanın ve eklentilerinin karşısında açık denizde buldu bizi altın tanyeriyle titrek şenlik gecesi yelkenlimizi. Ruhanilerin dönüşüyle aydınlanıyor tapınaklar; geniş savunma görünüşleri yeni kıyıların; sıcak çiçekler, curcunalı eğlentilerle süslü tepeler; büyük kanalları Kartaca'nın ve rıhtımları karanlık bir Venedik'in; Etna'nın o yumuşak püskürmeleri ve çiçek, su çatlakları buzulların! Alman kavaklarıyla çevrili çamaşırhaneler; Japon ağaçları başları sarkan elgin parkaların yamaçları; o değirmi cepheleri Scarborough ya da Brooklyn'nin «Royal» ya da «Grand»; sonra otelin yöresindeki yapıları berkiten, altüst eden bir yandan bir yana geçen demiryolları, bütün o yapılar ki İtalya, Asya ve Amerika tarihinin en güzel yapılarını örnek olarak almıştır ve şimdi ışıklar, içkiler zengin meltemler içindedir, pencereleri, taraçaları yolcuların, soylu kişilerin ruhlarına, - gündüzleri bütün o kıyıların eğlencelerine açıktır, - sonra da sanatıyla ünlü vadilerin ezgilerinden nasiplenirler ve Palais - Promontoire (Brun - Saray) 'ın cephelerini olağanüstü bir şekilde süslerler.
SAHNELER
ESKİ Komedi ezgilerini sürdürüyor ve idillerini bölüyor.
Salaş sahneli bulvarlar.
Kayalık bir tarlanın bir başından öbür başına değin uzanan ahşap bir iskele, yaban bir halk çıplak ağaçların altında gidip geliyor.
Kara, gazlı koridorlarda fenerli ve yapraklı gezicilerin ardısıra,
Seyircilerin yelkenlileriyle kaplı bir yarımadanın kımıldattığı bir dülger tombozu üzerine kuştan oyuncular düşüyorlar. Flüt ve tamburla karışık içli sahneler yeni kulüplerin ya da; eski Doğu salonlarının bulunduğu tavanlara uzanan çatı katlarına sarkıyor.
Oyun korularla süslü bir sahnenin önünde tepede oynanıyor, - ya da tarlaların tepelerinde oynak ağaçların gölgesinde Beoyalılar için tekrarlanıyor, yeni kılıklara giriyor.
Opéra - comique sahnemizin galeriden ışıklara değin uzanan on bölmenin kesiştiği en üst noktada bölünüyor.
TARİHSEL AKŞAM
SÖZGELİŞİ, her hangi bir akşam, saf gezegen kendini bir ara ekonomik sıkıntılarımızdan sıyrılmış bulur, usta bir el çayırların klavsenini çalmaya başlar; kraliçeleri, gözdeleri akla getiren bir ayna olan küçük gölün dibinde iskambil oynanır; azizeler, yelkenliler ve uyum ipleri, ve masalsı renkler günbatımına vurur.
Avların, göçebe kalabalıkların geçit yerinde titrer durur o.
Temsil çimenlerin iskelelerine düşer. Sonra bu anlamsız düzlemlerdeki o sıkıntıları yoksulların, güçsüzlerin!
Kulsu görünüşünde, Almanya aylara doğru iskeleler kurmaktadır; şarap tortusu çöller ışır; Tanrısal İmparatorluğun göbeğinde eski ayaklanmalar kaynaşmaktadır; taş merdiven ve koltuklardan solgun, düz küçük bir evren, Afrika ve Batılar kurulmaktadır. Sonra da bir bilinen denizler geceler balesi, değersiz bir kimya ve eldesiz ezgiler.
Aynı kentli büyü vapurun bizi bırakacağı yerlerde!
Zaten büyük bir yürek acısına sebep olan bu kişisel havaya, bu bedensel pişmanlık acılarının sisine bağlanmanın olanaksızlığını en basit bir fizikçi duyar.
Hayır! Terleme anı, kaçırılmış denizler, yeraltı yangınları, götürülen seyyarenin anı, sonra o ussal yok olmalar, Kutsal Betik'de ve Name'ların efsanelerinde oldukça kötü yüreklikle gösterilen o doğrular ve ağırbaşlı bir yaratığa gözetlemek üzere verilecek olan o an. - Ama bu hiç bir zaman bir efsane havası olmayacak!
I
PAZAR
HESAPLAR bir yana, gökyüzünün kaçınılmaz inişi, anıların yoklaması ve uyumların oturumu, usun barınağını, kafasını ve evrenini uğraştırıyor.
- Bir at, kömürsü bir vebayla delik deşik, kentin kıyısındaki koşu alanından boşanıp tarlalar, ağaçlıklar boyunca geçip gidiyor. Zavallı çilekeş bir kadın, nice beklenilmedik bırakılmışlıklardan sonra; yeryüzünün bir köşesinde iç çekiyor. Caniler, fırtınadan, sarhoşluktan ve yaralardan sonra tükeniyor. Küçük çocuklar, ırmaklar boyunca felâketler altında boğuluyorlar.
Yığınlarla birleşen ve yükselen yırtıcı yapıtın gürültüsünde yeniden çalışmaya koyulalım.
II
SONNET
EY normal yapılı insan, ten meyve bahçesine asılı bir meyve değil miydi, ey o çocuk günler! vücut har vurup harman savrulacak bir gömü değil miydi; ey sevi sen de Psyche'nin gücü ya da yıkımı değil miydin? Toprak prensler, sanatçılarla dolup taşan bereketli bayırlarla çevriliydi; cinayetlere ve yaslara itiyordu kanınız ve soyunuz bizi: yeryüzü, o bahtınız ve yıkımınız. Ama şimdi, bu tepeleme emek,sen, o hesapların, sen, o sabırsızlıkların, saptanmamış ve hiç zorlanmamış oyununuz ve sesinizden başka bir şey değil artık, bunlar her ne kadar çift bir olayın buluş ve başarı sebebi olsa da, bu imgesiz evrenlerde kardeşsi ve ağzı sıkı insanlıkta; - güç ve hak oyunu ve sesi yansıtıyor ve ancak şimdi anlaşılıyor.
III
YİRMİ YAŞ
SÜRÜLDÜ öğretici sesler ... Acılar pahasına susturulan özdeksel saflık ... Adagio. Ah! Ergenliğin sonsuz bencilliği, özenli iyimserlik: bu yaz nasıl da çiçeklerle doluydu yeryüzü! Ölü havalar ve biçimler… Güçsüzlüğü ve yokluğu bastırmak için, bir koro! Gecesel ezgilerin camdan bir korosu ... Sahiden, sinirler hemen çıkacaklar sürgün ayına.
IV
ANTOİNE'IN düştüğü eğinimden kurtulamamışsın hâlâ.
Kuşa dönmüş çabanın delice davranışları, çocuksu böbürlenmenin sırıtmaları, çöküntü ve yılgınlık.Ama sen bu işe sarılacaksın: bütün uyumsal olanaklar, bütün mimarlık olanakları yörende dönüp duracaklar. Kusursuz, beklenmedik yaratıklar deneylerine verecekler kendilerini. Yörende, eski kalabalıkların ve o lükslerin merakı, düşlercesine akıp gidecek. Belleğin ve duyuların yaratıcı güdülerinin besini olacak salt. Ya dünya, sen içinden çıkıp gidince, ne olacak ona? Zaten, şimdi bile görünürde nesi var ki.
YÜKSEK BURUN
EPİR, Pelopenez ve büyük Japon adası ya da Arabistan gibi geniş bir alanı kaplayarak yüksek bir burun meydana getiren bu villanın ve eklentilerinin karşısında açık denizde buldu bizi altın tanyeriyle titrek şenlik gecesi yelkenlimizi. Ruhanilerin dönüşüyle aydınlanıyor tapınaklar; geniş savunma görünüşleri yeni kıyıların; sıcak çiçekler, curcunalı eğlentilerle süslü tepeler; büyük kanalları Kartaca'nın ve rıhtımları karanlık bir Venedik'in; Etna'nın o yumuşak püskürmeleri ve çiçek, su çatlakları buzulların! Alman kavaklarıyla çevrili çamaşırhaneler; Japon ağaçları başları sarkan elgin parkaların yamaçları; o değirmi cepheleri Scarborough ya da Brooklyn'nin «Royal» ya da «Grand»; sonra otelin yöresindeki yapıları berkiten, altüst eden bir yandan bir yana geçen demiryolları, bütün o yapılar ki İtalya, Asya ve Amerika tarihinin en güzel yapılarını örnek olarak almıştır ve şimdi ışıklar, içkiler zengin meltemler içindedir, pencereleri, taraçaları yolcuların, soylu kişilerin ruhlarına, - gündüzleri bütün o kıyıların eğlencelerine açıktır, - sonra da sanatıyla ünlü vadilerin ezgilerinden nasiplenirler ve Palais - Promontoire (Brun - Saray) 'ın cephelerini olağanüstü bir şekilde süslerler.
SAHNELER
ESKİ Komedi ezgilerini sürdürüyor ve idillerini bölüyor.
Salaş sahneli bulvarlar.
Kayalık bir tarlanın bir başından öbür başına değin uzanan ahşap bir iskele, yaban bir halk çıplak ağaçların altında gidip geliyor.
Kara, gazlı koridorlarda fenerli ve yapraklı gezicilerin ardısıra,
Seyircilerin yelkenlileriyle kaplı bir yarımadanın kımıldattığı bir dülger tombozu üzerine kuştan oyuncular düşüyorlar. Flüt ve tamburla karışık içli sahneler yeni kulüplerin ya da; eski Doğu salonlarının bulunduğu tavanlara uzanan çatı katlarına sarkıyor.
Oyun korularla süslü bir sahnenin önünde tepede oynanıyor, - ya da tarlaların tepelerinde oynak ağaçların gölgesinde Beoyalılar için tekrarlanıyor, yeni kılıklara giriyor.
Opéra - comique sahnemizin galeriden ışıklara değin uzanan on bölmenin kesiştiği en üst noktada bölünüyor.
TARİHSEL AKŞAM
SÖZGELİŞİ, her hangi bir akşam, saf gezegen kendini bir ara ekonomik sıkıntılarımızdan sıyrılmış bulur, usta bir el çayırların klavsenini çalmaya başlar; kraliçeleri, gözdeleri akla getiren bir ayna olan küçük gölün dibinde iskambil oynanır; azizeler, yelkenliler ve uyum ipleri, ve masalsı renkler günbatımına vurur.
Avların, göçebe kalabalıkların geçit yerinde titrer durur o.
Temsil çimenlerin iskelelerine düşer. Sonra bu anlamsız düzlemlerdeki o sıkıntıları yoksulların, güçsüzlerin!
Kulsu görünüşünde, Almanya aylara doğru iskeleler kurmaktadır; şarap tortusu çöller ışır; Tanrısal İmparatorluğun göbeğinde eski ayaklanmalar kaynaşmaktadır; taş merdiven ve koltuklardan solgun, düz küçük bir evren, Afrika ve Batılar kurulmaktadır. Sonra da bir bilinen denizler geceler balesi, değersiz bir kimya ve eldesiz ezgiler.
Aynı kentli büyü vapurun bizi bırakacağı yerlerde!
Zaten büyük bir yürek acısına sebep olan bu kişisel havaya, bu bedensel pişmanlık acılarının sisine bağlanmanın olanaksızlığını en basit bir fizikçi duyar.
Hayır! Terleme anı, kaçırılmış denizler, yeraltı yangınları, götürülen seyyarenin anı, sonra o ussal yok olmalar, Kutsal Betik'de ve Name'ların efsanelerinde oldukça kötü yüreklikle gösterilen o doğrular ve ağırbaşlı bir yaratığa gözetlemek üzere verilecek olan o an. - Ama bu hiç bir zaman bir efsane havası olmayacak!
Arthur Rimbaud: İlluminations - 7
KIŞ BAYRAMI
OPERA - KOMİK'in kulübelerinin arkasında çınlıyor çağlayan. Irmağın dolambaçlı yerinin yakınındaki meyve bahçelerinde, ağaçlıklı yollarda - batan güneşin yeşillerini, kırmızılarını uzatıp duruyor hava fişekleri. Birinci İmparatorluk tarzında saç tuvaletli Horace Nemfaları - Değirmi Sibiryalı kadınlar, Boucher'nin Çinli kızları.
BOĞUNTU
O, benim boyuna ezilmiş tutkularımı hiç bağışlatabilir mi, - yoksulluk çağlarını ferah bir son hiç düzeltebilir mi, başarılı bir gün bizi o yazgısal yeteneksizliğimizin ayıbı üstünde uyutabilir mi?
(Ey hurmalar! elmas! - Aşk, güç! - tüm sevinçlerden, ünlerden daha yüksek! - bununla birlikte, her yerde, - İblis, tanrı, - gençliği bu yaratığın: ben!)
Masalsı bilimsel kazaların ve toplumsal kardeşlik devinimlerinin o ilk açık yüreklilik devrimciliğinin yeniden kazanılması gibi bir sevgiyle karşılanması (olabilir mi)? ..
Ama o bize sevgi gösteren Hortlak, bize verdiğiyle eğlenmemizi, ya da zıvanadan çıkmamızı buyuruyor.
Yuvarlanmak yaralarda, bezdirici havada ve denizde; suların ve ölümcül havanın suskunluğunda, o acılarda; sırıtan o korkunç ve canavarca sessizliği içinde işkencelerin.
METROPOLİTEN
ÇİVİTSİ boğazdan Ossian denizlerine değin, şarap rengi bir göğün yuduğu pembe, turuncu kumlara, manav dükkanlarında karınlarını doyuran yoksul genç ailelerin bir anda yerleşiverdikleri o billûr bulvarlar yükselip kesişiyorlar.
Yas içindeki okyanusun yapabileceği en uğursuz kara bir dumandan meydana gelen, bükülen, gerileyen, inen bir gökte, ziftli bir çölden, korkunç sargılar halinde dizilen sisten örtülerle tolgalar, tekerlekler, sandallar, sargılar bir bozgun halinde kaçışıyorlar. - Savaş.
Kaldır başını; şu yay biçimindeki köprü; Samarie'nin son zerzavat bahçeleri; soğuk gecenin dövdüğü fenerin altındaki ışık içindeki maskeler; nehrin aşağısındaki gürültülü giysisiyle o bön su kızı; bezelye karıklarında bu kafatasları - ve daha buna benzer görüntü oyunları - kır.
Oldukça koruluklu parmaklık ve duvarlarla çevrili yollar, yürekler, kız kardeşler, uzunluğu lânetleyen Şam diye adlandıracağınız canavarsı çiçekler, - eski çağlara özgü hâlâ o musikiyi kabullenen Ren - ötesinden kadınlar, Japonyalılar, Guaranlılar perisi soyluların malları - ve artık bir daha açılmayacak hanlar var - prensesler, ve öyle pek bitkin değilsen, yıldızlar var incelenecek - gökyüzü.
Karın pırı1tıları arasında, Onunla savaştığınız o sabah, bu yeşil dudaklar, aynalar, kara bayraklar, mavi ışınlar sonra, ve kızıl kokuları kutuplar güneşinin, - senin gücün.
BARBAR
Nice sonra, günlerin, mevsimlerin ardından, yaratıkların, ülkelerin,
Kanlı etlerden bir sancak denizlerin ipeği üstünde ve kuzey çiçeklerinin; (o çiçekler ki yoklar.)
Kurtulmak eski asker havalarından - ki hâlâ yüreğimize, kafamıza saldırıyorlar - o eski katillerden uzak.
Oh! kanlı etlerden bir sancak denizlerin ipeği üstünde ve kuzey çiçeklerinin; (o çiçekler ki yoklar.)
Erinç!
Yağan yangınlar, kırağı borasına; -Erinç! - Bizim için sonuna dek kömürleşmiş olan dünyanın yüreğinin attığı elmaslı rüzgâr yağmurundaki ateşler. - Ey Yeryüzü! (Uzağında, işitilen, duyulan o eski kışlaya dönüş borularının ve eski yalımların,)
Yangınlar ve köpükler. Çalgı, uçurumların kıvrılışı ve çarpışı yıldızlara buz parçalarının.
Ey Erinç, ey yeryüzü, ey çalgılar! Ve orada dalgalanan biçimler, terler, saçlar, gözler. Ve göz yaşları beyaz, kaynayan, - ey erinç! - ve bir kadın sesi yanardağların dibinden ve kuzey mağaralarından gelen.
Sancak. ..
SERMAYESİNE
SATMADIĞI satılık Yahudilerin, ne soyluluğun, ne de cürümün tatmadığı, yığınların bilmediği lanetli sevi, cehennemsi doğruluk, sonra ne zamanın ne bilimin tanıyamadığı:
Yeni bir biçim edinıniş sesler; tüm koro, orkestra ve bütün bunların bir anda uygulanışı, bütün bu güçlerin kardeşçe uyanışı; duyularımızı kurtarmak için o biricik fırsat!
Soydu, dünyaydı, erkek kadın cinsiydi, bütün bunların dışında, paha biçilmez bedenler satılık! Her adımda fışkıran zenginlikler! Denetsiz satışı elmasların!
Yığınlar için kargaşalık satılık; önüne geçilmez sevinç, o üstün hevesliler için; inanmışlar, âşıklar için amansız ölüm!
Her şey satılık, evler, göçler, sporlar, oyunlar, yetkin rahatlık, ve gürültü ve devinim ve düşündükleri gelecek!
Satılık, hesap uygulamaları, duyulmadık uyum sıçramaları. Buluşlar, kuşkusuz deyimler, bir anda sizin oluveren.
O görünmez görkemlere, duygusuz tatlara, ve her kötülük için çileden çıkaran gizlere ve yığınlar için ° yaman keyifle duygusuz ve sonsuz atılış.
Bir daha satılmayacak olan bedenler, sesler, o söz götürmez büyük bolluk, satılık. Satıcılar mallarını satıp tüketmiş değiller daha. Yolcular da hemen almak zorunda değiller.
FAİRY
O kızoğlankız gölgelerde, görkemli besi sularıyla, yıldızsı suskunlukta, duygusuz aydınlıklar fesat kurdular Helena'ya karşı. Kızgın yaz sıcağı dilsiz kuşlara bırakıldı ve kayıtsızlık o ölü aşklar, çökük kokulu koylarda (yol alan) paha biçilmez bir yas kayığına verildi.
Oduncu kadınların ezgilerinden sonra, koruların yıkıntısı altındaki selin uğultusuna, kümes hayvanlarının çıngırak seslerinden, yankılı vadilere,çığlıklarına değin steplerin.
Ürperip durdular kürkler, gölgeler, yoksulların göğüsleri ve efsaneleri göğün o çocukluğu için Helena'nın.
Ve hâlâ o eşsiz ışıltılardan, soğuk etkilerden, ve tadından biricik dekorun ve zamanın daha üstün onun gözleri ve oyunu.
SAVAŞ
ÇOCUKKEN, kimi gökyüzleri görüşümü yalınlaştırdılar: her çeşitten insan yüzümün çizgilerinde izler bıraktı. Olaylar kaynaşıp durdular. - Şimdi ise, anların ölümsüz burgusu, matematiğin sonsuzluğu, acayip çocuklukların ve o ulu sevilerin saygısına kavuştuğum ve yurttaşlık başarılarının hepsine eriştiğim bu dünyadan beni kovuyorlar. Bir savaş düşünüyorum, haklı ya da zorbaca, hiç beklenmedik nedenlere dayanan bir savaş.
Bir musiki cümlesi gibi yalın bu da.
OPERA - KOMİK'in kulübelerinin arkasında çınlıyor çağlayan. Irmağın dolambaçlı yerinin yakınındaki meyve bahçelerinde, ağaçlıklı yollarda - batan güneşin yeşillerini, kırmızılarını uzatıp duruyor hava fişekleri. Birinci İmparatorluk tarzında saç tuvaletli Horace Nemfaları - Değirmi Sibiryalı kadınlar, Boucher'nin Çinli kızları.
BOĞUNTU
O, benim boyuna ezilmiş tutkularımı hiç bağışlatabilir mi, - yoksulluk çağlarını ferah bir son hiç düzeltebilir mi, başarılı bir gün bizi o yazgısal yeteneksizliğimizin ayıbı üstünde uyutabilir mi?
(Ey hurmalar! elmas! - Aşk, güç! - tüm sevinçlerden, ünlerden daha yüksek! - bununla birlikte, her yerde, - İblis, tanrı, - gençliği bu yaratığın: ben!)
Masalsı bilimsel kazaların ve toplumsal kardeşlik devinimlerinin o ilk açık yüreklilik devrimciliğinin yeniden kazanılması gibi bir sevgiyle karşılanması (olabilir mi)? ..
Ama o bize sevgi gösteren Hortlak, bize verdiğiyle eğlenmemizi, ya da zıvanadan çıkmamızı buyuruyor.
Yuvarlanmak yaralarda, bezdirici havada ve denizde; suların ve ölümcül havanın suskunluğunda, o acılarda; sırıtan o korkunç ve canavarca sessizliği içinde işkencelerin.
METROPOLİTEN
ÇİVİTSİ boğazdan Ossian denizlerine değin, şarap rengi bir göğün yuduğu pembe, turuncu kumlara, manav dükkanlarında karınlarını doyuran yoksul genç ailelerin bir anda yerleşiverdikleri o billûr bulvarlar yükselip kesişiyorlar.
Yas içindeki okyanusun yapabileceği en uğursuz kara bir dumandan meydana gelen, bükülen, gerileyen, inen bir gökte, ziftli bir çölden, korkunç sargılar halinde dizilen sisten örtülerle tolgalar, tekerlekler, sandallar, sargılar bir bozgun halinde kaçışıyorlar. - Savaş.
Kaldır başını; şu yay biçimindeki köprü; Samarie'nin son zerzavat bahçeleri; soğuk gecenin dövdüğü fenerin altındaki ışık içindeki maskeler; nehrin aşağısındaki gürültülü giysisiyle o bön su kızı; bezelye karıklarında bu kafatasları - ve daha buna benzer görüntü oyunları - kır.
Oldukça koruluklu parmaklık ve duvarlarla çevrili yollar, yürekler, kız kardeşler, uzunluğu lânetleyen Şam diye adlandıracağınız canavarsı çiçekler, - eski çağlara özgü hâlâ o musikiyi kabullenen Ren - ötesinden kadınlar, Japonyalılar, Guaranlılar perisi soyluların malları - ve artık bir daha açılmayacak hanlar var - prensesler, ve öyle pek bitkin değilsen, yıldızlar var incelenecek - gökyüzü.
Karın pırı1tıları arasında, Onunla savaştığınız o sabah, bu yeşil dudaklar, aynalar, kara bayraklar, mavi ışınlar sonra, ve kızıl kokuları kutuplar güneşinin, - senin gücün.
BARBAR
Nice sonra, günlerin, mevsimlerin ardından, yaratıkların, ülkelerin,
Kanlı etlerden bir sancak denizlerin ipeği üstünde ve kuzey çiçeklerinin; (o çiçekler ki yoklar.)
Kurtulmak eski asker havalarından - ki hâlâ yüreğimize, kafamıza saldırıyorlar - o eski katillerden uzak.
Oh! kanlı etlerden bir sancak denizlerin ipeği üstünde ve kuzey çiçeklerinin; (o çiçekler ki yoklar.)
Erinç!
Yağan yangınlar, kırağı borasına; -Erinç! - Bizim için sonuna dek kömürleşmiş olan dünyanın yüreğinin attığı elmaslı rüzgâr yağmurundaki ateşler. - Ey Yeryüzü! (Uzağında, işitilen, duyulan o eski kışlaya dönüş borularının ve eski yalımların,)
Yangınlar ve köpükler. Çalgı, uçurumların kıvrılışı ve çarpışı yıldızlara buz parçalarının.
Ey Erinç, ey yeryüzü, ey çalgılar! Ve orada dalgalanan biçimler, terler, saçlar, gözler. Ve göz yaşları beyaz, kaynayan, - ey erinç! - ve bir kadın sesi yanardağların dibinden ve kuzey mağaralarından gelen.
Sancak. ..
SERMAYESİNE
SATMADIĞI satılık Yahudilerin, ne soyluluğun, ne de cürümün tatmadığı, yığınların bilmediği lanetli sevi, cehennemsi doğruluk, sonra ne zamanın ne bilimin tanıyamadığı:
Yeni bir biçim edinıniş sesler; tüm koro, orkestra ve bütün bunların bir anda uygulanışı, bütün bu güçlerin kardeşçe uyanışı; duyularımızı kurtarmak için o biricik fırsat!
Soydu, dünyaydı, erkek kadın cinsiydi, bütün bunların dışında, paha biçilmez bedenler satılık! Her adımda fışkıran zenginlikler! Denetsiz satışı elmasların!
Yığınlar için kargaşalık satılık; önüne geçilmez sevinç, o üstün hevesliler için; inanmışlar, âşıklar için amansız ölüm!
Her şey satılık, evler, göçler, sporlar, oyunlar, yetkin rahatlık, ve gürültü ve devinim ve düşündükleri gelecek!
Satılık, hesap uygulamaları, duyulmadık uyum sıçramaları. Buluşlar, kuşkusuz deyimler, bir anda sizin oluveren.
O görünmez görkemlere, duygusuz tatlara, ve her kötülük için çileden çıkaran gizlere ve yığınlar için ° yaman keyifle duygusuz ve sonsuz atılış.
Bir daha satılmayacak olan bedenler, sesler, o söz götürmez büyük bolluk, satılık. Satıcılar mallarını satıp tüketmiş değiller daha. Yolcular da hemen almak zorunda değiller.
FAİRY
O kızoğlankız gölgelerde, görkemli besi sularıyla, yıldızsı suskunlukta, duygusuz aydınlıklar fesat kurdular Helena'ya karşı. Kızgın yaz sıcağı dilsiz kuşlara bırakıldı ve kayıtsızlık o ölü aşklar, çökük kokulu koylarda (yol alan) paha biçilmez bir yas kayığına verildi.
Oduncu kadınların ezgilerinden sonra, koruların yıkıntısı altındaki selin uğultusuna, kümes hayvanlarının çıngırak seslerinden, yankılı vadilere,çığlıklarına değin steplerin.
Ürperip durdular kürkler, gölgeler, yoksulların göğüsleri ve efsaneleri göğün o çocukluğu için Helena'nın.
Ve hâlâ o eşsiz ışıltılardan, soğuk etkilerden, ve tadından biricik dekorun ve zamanın daha üstün onun gözleri ve oyunu.
SAVAŞ
ÇOCUKKEN, kimi gökyüzleri görüşümü yalınlaştırdılar: her çeşitten insan yüzümün çizgilerinde izler bıraktı. Olaylar kaynaşıp durdular. - Şimdi ise, anların ölümsüz burgusu, matematiğin sonsuzluğu, acayip çocuklukların ve o ulu sevilerin saygısına kavuştuğum ve yurttaşlık başarılarının hepsine eriştiğim bu dünyadan beni kovuyorlar. Bir savaş düşünüyorum, haklı ya da zorbaca, hiç beklenmedik nedenlere dayanan bir savaş.
Bir musiki cümlesi gibi yalın bu da.
Arthur Rimbaud: İlluminations - 6
UYANIK GEÇEN GECELER
I
IŞIL ışıl bir dinleniş bu, ne humma, ne bitkinlik, yatakta ya da çayırda.
Dost bu, ne ateşli, ne zayıf. Dost.
Sevgili bu, ne çeken, ne çektiren. Sevgili.
Hiç bir zaman aranmamış hava ve dünya. Hayat.
- Bu muydu demek?
- Ve düş soğumakta.
II
YENİDEN ortadireğe dönüyor ışık. Rastgele döşenmiş, salonun iki en ucu uyumlu yüksekliklerle birleşiyor. Gece bekçisinin karşısındaki sur, duvar nakışlarnın, havayi sargıların ve yerbilim katlarının ruhbilimle ilgili bir uzanışıdır. - Duygusal kümelerin yeğin ve hızlı düşü her türlü görünüşler içinde her soydan yaratıklarla.
III
GECELEYİN, uyanıklığın lâmbaları ve halıları dalgalar gibi gürültü çıkarıyorlar, geminin teknesi boyunca ve yöresinde o güverte aralarının.
Uyanıklığın denizi, göğüsleri gibi Amelie'nin.
Kağıtlarla yarıya dek kaplanmış duvarlar, zümrüt renkli dantelâdan koruluklara uyanıklığın kumruları düşüyor.
…………….
Kara ocağın plakası, gerçek güneşleri kumsalların: ah! büyü kuyuları; tek görünüşü tanın, bu kez.
GİZEMSEL
Bayırın eteğinde, çelik ve zümrüt çayırlar arasında yün giysilerini döndürüyor melekler.
Alevden çayırlar tepenin doruğuna dek sıçrıyor. Solda tüm öldürümler, tüm savaşlarla çiğnenmiş doruğu çürük toprağın, ve korkunç gürültüler eğrilerini örtüyor. Sağdaki doruğun gerisinde, doğunun, ilerlemelerin çizgisi.
Ve tablonun üstündeki şerit denizlerin, insancıl gecelerin, boruların dönen, sıçrayan uğultusuyla oluşurken,
Yıldızların göğün ve geri kalan bütün her şeyin çiçeklenmiş tatlılığı, bir sepet gibi, - meylin karşısına iniyor, bizden yöne, ve çiçeklenmiş ve mavi yapıyor uçununu üstünde.
ÇİÇEKLER
ALTIN bir basamaktan, - ipek kordonlar, kül rengi tüller, yeşil kadifeler ve güneşte kararmış bronz gibi billûr daireler arasında, - telkâri, gümüşten, gözlerden, saçlardan bir halı üstünde açtığını görüyorum yüksük otlarının. Akik üstüne saçılmış sarı altın paralar, zümrüt bir kubbeyi tutan mahundan ayaklar, beyaz saten demetler, ve yakuttan ince madensi çubuklar bir su gülünü çevirmişler. Mavi koca gözlü ve kardan bir tanrı gibi denizle güneş, diri ve güçlü güllerin yığınını mermer taraçalara çekiyor.
BAYAĞI EZGİ
BİR esinti operamsı gedikler açıyor bölmelerde, - aşınmış çatıların devrini karıştırıyor, - ocakların sınırlarını altüst ediyor, - pencereleri karartıyor.
Bağlar boyunca, ayağımı bir su oluğuna dayayıp, - tümsü aynalar, oymalı bombeler, minderlerle çevrili, böylelikle çağını enikonu belli eden bir arabayla indim. (Gidiyor o) cenaze arabası uykumun, tek başına, (o) çoban kulübesi bönlüğümün, silik ana yolun çayırında dönüyor taşıt: ve camın üst kısmında, sağdaki bir özürde, solgun aysı şekiller, yapraklar, göğüsler dönüp duruyor; - Bir yeşille çok koyu bir mavi görüntüyü kaplıyor. Kumluk bir yerde koşumlar çözülüyor.
- Burada ıslıklar çalınacak boralar, Sodom'lar - Solyme'ler, o yaban hayvanları ve ordular için,
- (Arabacıyla o düş hayvanları beni gözlerime dek o ipek kaynağa daldırmak için o soluğu kesilmiş ulu ağaçlıklar altından yola çıkaracaklar mı)
- Ve yollayacaklar mı, kırbaçlayarak o çalkantılı sular, dökülmüş içkiler arasından bizi, o havlamalarına karşı köpeklerin ....
- Bir esinti ocağın sınırlarını altüst ediyor.
DENİZCİLİK
GÜMÜŞ, bakır arabalar-
Pruvalar, çelik, gümüş-
Dövüyor köpüğü, -
Söküyorlar köklerini böğürtlenlerin.
Akıntıları fundalıkların,
Ve o koca tekerlek izleri alçalan suların,
Döne döne akıp gidiyor doğuya doğru,
Desteklerine doğru ormanın, -
Sütun gövdelerine doğru,
Köşesi o ışık burgaçlarıyla yaralanmış dalgakıranın.
I
IŞIL ışıl bir dinleniş bu, ne humma, ne bitkinlik, yatakta ya da çayırda.
Dost bu, ne ateşli, ne zayıf. Dost.
Sevgili bu, ne çeken, ne çektiren. Sevgili.
Hiç bir zaman aranmamış hava ve dünya. Hayat.
- Bu muydu demek?
- Ve düş soğumakta.
II
YENİDEN ortadireğe dönüyor ışık. Rastgele döşenmiş, salonun iki en ucu uyumlu yüksekliklerle birleşiyor. Gece bekçisinin karşısındaki sur, duvar nakışlarnın, havayi sargıların ve yerbilim katlarının ruhbilimle ilgili bir uzanışıdır. - Duygusal kümelerin yeğin ve hızlı düşü her türlü görünüşler içinde her soydan yaratıklarla.
III
GECELEYİN, uyanıklığın lâmbaları ve halıları dalgalar gibi gürültü çıkarıyorlar, geminin teknesi boyunca ve yöresinde o güverte aralarının.
Uyanıklığın denizi, göğüsleri gibi Amelie'nin.
Kağıtlarla yarıya dek kaplanmış duvarlar, zümrüt renkli dantelâdan koruluklara uyanıklığın kumruları düşüyor.
…………….
Kara ocağın plakası, gerçek güneşleri kumsalların: ah! büyü kuyuları; tek görünüşü tanın, bu kez.
GİZEMSEL
Bayırın eteğinde, çelik ve zümrüt çayırlar arasında yün giysilerini döndürüyor melekler.
Alevden çayırlar tepenin doruğuna dek sıçrıyor. Solda tüm öldürümler, tüm savaşlarla çiğnenmiş doruğu çürük toprağın, ve korkunç gürültüler eğrilerini örtüyor. Sağdaki doruğun gerisinde, doğunun, ilerlemelerin çizgisi.
Ve tablonun üstündeki şerit denizlerin, insancıl gecelerin, boruların dönen, sıçrayan uğultusuyla oluşurken,
Yıldızların göğün ve geri kalan bütün her şeyin çiçeklenmiş tatlılığı, bir sepet gibi, - meylin karşısına iniyor, bizden yöne, ve çiçeklenmiş ve mavi yapıyor uçununu üstünde.
ÇİÇEKLER
ALTIN bir basamaktan, - ipek kordonlar, kül rengi tüller, yeşil kadifeler ve güneşte kararmış bronz gibi billûr daireler arasında, - telkâri, gümüşten, gözlerden, saçlardan bir halı üstünde açtığını görüyorum yüksük otlarının. Akik üstüne saçılmış sarı altın paralar, zümrüt bir kubbeyi tutan mahundan ayaklar, beyaz saten demetler, ve yakuttan ince madensi çubuklar bir su gülünü çevirmişler. Mavi koca gözlü ve kardan bir tanrı gibi denizle güneş, diri ve güçlü güllerin yığınını mermer taraçalara çekiyor.
BAYAĞI EZGİ
BİR esinti operamsı gedikler açıyor bölmelerde, - aşınmış çatıların devrini karıştırıyor, - ocakların sınırlarını altüst ediyor, - pencereleri karartıyor.
Bağlar boyunca, ayağımı bir su oluğuna dayayıp, - tümsü aynalar, oymalı bombeler, minderlerle çevrili, böylelikle çağını enikonu belli eden bir arabayla indim. (Gidiyor o) cenaze arabası uykumun, tek başına, (o) çoban kulübesi bönlüğümün, silik ana yolun çayırında dönüyor taşıt: ve camın üst kısmında, sağdaki bir özürde, solgun aysı şekiller, yapraklar, göğüsler dönüp duruyor; - Bir yeşille çok koyu bir mavi görüntüyü kaplıyor. Kumluk bir yerde koşumlar çözülüyor.
- Burada ıslıklar çalınacak boralar, Sodom'lar - Solyme'ler, o yaban hayvanları ve ordular için,
- (Arabacıyla o düş hayvanları beni gözlerime dek o ipek kaynağa daldırmak için o soluğu kesilmiş ulu ağaçlıklar altından yola çıkaracaklar mı)
- Ve yollayacaklar mı, kırbaçlayarak o çalkantılı sular, dökülmüş içkiler arasından bizi, o havlamalarına karşı köpeklerin ....
- Bir esinti ocağın sınırlarını altüst ediyor.
DENİZCİLİK
GÜMÜŞ, bakır arabalar-
Pruvalar, çelik, gümüş-
Dövüyor köpüğü, -
Söküyorlar köklerini böğürtlenlerin.
Akıntıları fundalıkların,
Ve o koca tekerlek izleri alçalan suların,
Döne döne akıp gidiyor doğuya doğru,
Desteklerine doğru ormanın, -
Sütun gövdelerine doğru,
Köşesi o ışık burgaçlarıyla yaralanmış dalgakıranın.
Arthur Rimbaud: İlluminations - 5
KENT
BİR ölümlüyüm ben ve büyüyen gelişen yeni bir başkentin de pek yakınmayan bir vatandaşıyım; çünkü kentin planının olduğu kadar evlerinin döşenmesi ve dış görünüşü de bilinen beğeniden sıyrıldı. Burada hiç bir anıtta aşırı bir bağlılığın izlerini bulamazsınız. En sonunda, ahlâk ve dil en yalın anlatımını buldu. Birbirlerini tanımak gereğini duymayan bu milyonlarca insan, ki anlamsız, bir istatistiğin ortaya koyduğu gibi anakarada yaşayan öbür insanlardan çok daha az uzun ömürlü olmamalı, eğitimi, zanaatı ve ihtiyarlığı hep ayni düzeyde sürdürüyor. Nitekim, ben penceremden, kömürün sık ve sonsuz dumanları arasında yuvarlanan yeni tayfları - o ormanlarımızın gölgesi, bizim o yaz gecemiz! - ve benim yurdum, olanca yüreğim demek olan küçük kır evinin önündeki yeni Erinnyes'leri * görüyorum; hem madem burada her şey, - o canlı kızım z ve halayığımız gözü yaşsız Ölüm'e, umutsuz bir Aşk'a ve sokağın çamurlarında cıvıldayan güzelim Suç'a benziyor.
(*) Öç tanrıçaları
TEKERLEK İZLERİ
SAĞDA, yaz şafağı yaprakları, buğuları ve parkın bir köşesindeki gürültüleri ayaklandırıyor; soldaki bayırlar mor gölgelerinde, nemli yolun o binlerce hızlı tekerlek izlerini saklıyorlar. Perili gösteri. Aslında: altın yaldızlı tahta hayvanlar yüklü arabalar, direkler, alacalı bulacalı perdeler, dört nala kalkmış yirmi cambazhane atı, ve adamakıllı şaşkın hayvanlara binmiş çocuklar, adamlar; - kentsi bir çoban tragedyası için süslü püslü giydirilmiş çocuklarla dolu eski ya da o masalsı faytonlar gibi bir ucu iplerle bağlanmış bayraklar, çiçeklerle süslenmiş yirmi taşıt; - hatta kocaman, mavi, kara, tırısa kalkmış kısraklara benzeyen gece taklan altında fildişi sorguçlarını dikmiş tabutlar.
KENTLER
KENTLER bunlar! Bu Alleghany'ler, bu düşsü Lübnan'lar bir ulus için yükseldi! Billur ve ahşap dağ evleri görünmeyen raylar, makaralar üstünde gidip geliyor. Tatlı tatlı gürlüyor ateşler içinde heykeller, bakır palmiyelerle çevrili o eski yanardağ ağızları. Dağ evlerinin ötelerinde asılı kanallarda sevi şenlikleri duyuluyor. Boğazlarda av çanları haykırıyor. Dev şarkıcı kumpanyaları dorukların ışıkları gibi pırıl pırıl esvapları, sancaklarıyla koşuyorlar. Uçurumların ortasına uzanan taraçalarda Rolan'lar yiğitliklerini çınlatıyorlar. Uçurumların o kaptan köprüleriyle, hanların o çatıları üstündeki göğün sıcaklığı direkleri bayraklarla donatıyor. Çığlar arasında, meleksi o yarı hayvan yarı dişi yaratıkları dönüştüğü yüksekliklere tanrılaştırmaların yıkılışı uzanıyor. En yüksek tepelerin çizgileri üstünde, çalgılı donanmalarla, incilerin gürültüsü ve alımlı borularla yüklü bir deniz, Venüs'ün ölümsüz doğuşuyla karışıyor, - kimi zaman da ölümcül parıltılarla kararıyor o deniz. Silahlarımız ve taslarımız gibi büyük çiçek harmanları böğürüyor yamaçlarda. Kızıl, beyaz giysili periler alaylar halinde hendeklerden çıkıyorlar. Yukarılarda ayakları çağlayanlar, böğürtlenler arasındaki geyikler Diana'nın memelerini emiyor. Dış mahallelerin Bakkha'ları hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar ve ay tutuşup, uluyor. Demircilerin, keşişlerin mağaralarına giriyor Venüs. Kümeyle çan kuleleri halkların ülkülerinin türküsünü yakıyorlar. Kemikten yapılmış şatolardan bilinmeyen bir musiki duyuluyor. Gelişiyor bütün efsaneler ve kasabalara Ren geyikleri saldırıyor. Fırtınalar cenneti yıkılıveriyor. Danslarla geçiriyorlar vahşiler gece şenliğini. Ve bir saat için ben de kaynaşan o Bağdat bulvarlarından birine indim, ağır bir meltem esiyor, yığınlar yeni işin sevincini söylüyorlar. Kişinin kendisini aralarında buluvereceği tepelerin o masalsı görüntülerinden kurtulamadan bir aşağı bir yukarı dolaşıyorum
Uykularımın, en küçük devinimlerinin çıkıp geldiği o bölgeyi hangi iyi kollar, hangi güzelim saatler bana yeniden geri verecek?
SERSERİLER
ZAVALLI kardeş! Ne dayanılmaz uyanık geceler borçluyum ona! «Aşkla şevkle girişmiş değildim bu işe. Güçsüzlüğüyle oynuyordum. Sürgüne, köleliğe dönüşümüz benim yüzümden oldu.» Bana garip bir bahtsızlık ve çok gülünç bir suçluluk yüklüyor, sonra da kuşkulu nedenler katıyordu.
Bu şeytansı doktora sırıtarak karşılık veriyordum ben, ve sonunda da kalkıp pencereye gidiyordum. Ender çalgıcılarla geçilen kırın ötesinde, gelecekteki parlak gecenin görüntülerini yaratıyordum
.
Sağlıkla belli belirsiz ilgili olan bu eğlenceden sonra, bir ot mindere uzanıyordum. Ve, hemen hemen her gece, ben uyur uyumaz, zavallı kardeşim ağzı çürük, gözleri dışarıya fırlamış - kendini böyle kuruyordu! - kalkar, o alık acı düşünü uluyarak beni salona sürürdü.
Gerçekten, aklımın bütün içtenliğiyle onu Güneşin oğlu ilkel haline sokmayı üzerime almıştım, - ve böylece ben yeri ve formülü bulmak için acele eder, mağaraların şarabı ve yolun peksimetiyle karnımızı doyurarak dolaşıyorduk.
KENTLER
RESMİ AKROPOL çağdaş barbarlık anlayışlarının en büyüklerinin ötesindedir. Ne o hiç değişmeyen kül rengi göğün meydana getirdiği gün, ne yapıların imparatorsu parıltısı, ne de toprağın o ölümsüz karı imkanı yok anlatılamaz. Eski yapı sanatının bütün tansıklıkları şaşılacak kadar aşırı bir beğeniyle yeniden ele alınmış. Hampton -Court'dan yirmi kat daha geniş yerlerde açılmış resim sergilerinde bulundum. Ne resimler! Norveçli bir Nabuchodonosor bakanlıkların merdivenlerini yaptırdı; görebildiğim kadar küçük işyarlar Brahmalardan bin kat daha kurumlu, ve dev yontuların bekçileriyle, yapıların subaylarının görünüşü titretti beni. Kapalı bahçeli, avlulu, taraçalı yapılar, çan kulelerini ortadan kaldırdılar. Parklar görkemli bir sanatın elinden çıkmış ilkel doğayı canlandırıyorlar. Yukarı mahallenin öyle yerleri var ki anlatılamaz: o gemisiz denizin bir kolu, koca koca sokak fenerleriyle yüklü körfezlerin arasında doludan mavi örtüsünü yuvarlayıp duruyor. Kısa bir köprü hemen Sainte - Chapelle'in kubbesi altındaki kalenin gizli bir kapısına çıkıyor. Bu kubbe, çapı on beş bin ayak kadar, güzel çelikten bir iskelettir.
Pazar yerlerini, orta direkleri çeviren küçük bakır köprülerin, çatıların, merdivenlerin bazı noktalarından kentin derinliğini kestirebileceğimi sandım. Bu benim anlayamadığım olağanüstü bir şey: Akropol'un altındaki ya da üstündeki öbür mahallelerin düzeyleri nedir? Çağımızın bir yabancısı için bunu kavramak imkansızdır. Ticaret mahallesi kemerli galerileriyle tek biçimli bir çevredir. Dükkânlar gözükmüyor, ama şosenin karı ezilmiş; Londra'da pek az görülen pazar sabahı dolaşmaya çıkan kimi insanlar gibi, bazı Hint prensIeri elmastan bir arabaya doğru yürüyorlar. Kırmızı birkaç kadifeden sedir: fiyatları sekiz yüz rupyeden, sekiz bin rupyeye değişen kutup içkilerini, içmeğe yarıyor. Alanın bu yakasında tiyatrolar aramak düşüncesiyle (dolaşırken), kendi kendime bu dükkanların oldukça karanlık dramları olmalı diyorum. Bir polisin olabileceğini düşünüyorum; ama burada yasalar öylesine garip olmalı ki, serserileri hakkında bir fikir edinmekten vazgeçiyorum. Paris'in güzel bir sokağı gibi hoş olan dışmahalle pırıl pırıl; halkçı öğe birkaç yüz kişiyi bulur. Orada hâlâ, evler birbirini kovalamıyor; dış mahalle, kırda tuhaf bir şekilde kayboluyor, sonsuz batının ormanlarını ve olağanüstü tarım işletmelerini kaplayan «Kontluk» da, yabanıl soylu kişiler kendi yarattıkları bir ışıkta haber avlarına çıkıyorlar.
BİR ölümlüyüm ben ve büyüyen gelişen yeni bir başkentin de pek yakınmayan bir vatandaşıyım; çünkü kentin planının olduğu kadar evlerinin döşenmesi ve dış görünüşü de bilinen beğeniden sıyrıldı. Burada hiç bir anıtta aşırı bir bağlılığın izlerini bulamazsınız. En sonunda, ahlâk ve dil en yalın anlatımını buldu. Birbirlerini tanımak gereğini duymayan bu milyonlarca insan, ki anlamsız, bir istatistiğin ortaya koyduğu gibi anakarada yaşayan öbür insanlardan çok daha az uzun ömürlü olmamalı, eğitimi, zanaatı ve ihtiyarlığı hep ayni düzeyde sürdürüyor. Nitekim, ben penceremden, kömürün sık ve sonsuz dumanları arasında yuvarlanan yeni tayfları - o ormanlarımızın gölgesi, bizim o yaz gecemiz! - ve benim yurdum, olanca yüreğim demek olan küçük kır evinin önündeki yeni Erinnyes'leri * görüyorum; hem madem burada her şey, - o canlı kızım z ve halayığımız gözü yaşsız Ölüm'e, umutsuz bir Aşk'a ve sokağın çamurlarında cıvıldayan güzelim Suç'a benziyor.
(*) Öç tanrıçaları
TEKERLEK İZLERİ
SAĞDA, yaz şafağı yaprakları, buğuları ve parkın bir köşesindeki gürültüleri ayaklandırıyor; soldaki bayırlar mor gölgelerinde, nemli yolun o binlerce hızlı tekerlek izlerini saklıyorlar. Perili gösteri. Aslında: altın yaldızlı tahta hayvanlar yüklü arabalar, direkler, alacalı bulacalı perdeler, dört nala kalkmış yirmi cambazhane atı, ve adamakıllı şaşkın hayvanlara binmiş çocuklar, adamlar; - kentsi bir çoban tragedyası için süslü püslü giydirilmiş çocuklarla dolu eski ya da o masalsı faytonlar gibi bir ucu iplerle bağlanmış bayraklar, çiçeklerle süslenmiş yirmi taşıt; - hatta kocaman, mavi, kara, tırısa kalkmış kısraklara benzeyen gece taklan altında fildişi sorguçlarını dikmiş tabutlar.
KENTLER
KENTLER bunlar! Bu Alleghany'ler, bu düşsü Lübnan'lar bir ulus için yükseldi! Billur ve ahşap dağ evleri görünmeyen raylar, makaralar üstünde gidip geliyor. Tatlı tatlı gürlüyor ateşler içinde heykeller, bakır palmiyelerle çevrili o eski yanardağ ağızları. Dağ evlerinin ötelerinde asılı kanallarda sevi şenlikleri duyuluyor. Boğazlarda av çanları haykırıyor. Dev şarkıcı kumpanyaları dorukların ışıkları gibi pırıl pırıl esvapları, sancaklarıyla koşuyorlar. Uçurumların ortasına uzanan taraçalarda Rolan'lar yiğitliklerini çınlatıyorlar. Uçurumların o kaptan köprüleriyle, hanların o çatıları üstündeki göğün sıcaklığı direkleri bayraklarla donatıyor. Çığlar arasında, meleksi o yarı hayvan yarı dişi yaratıkları dönüştüğü yüksekliklere tanrılaştırmaların yıkılışı uzanıyor. En yüksek tepelerin çizgileri üstünde, çalgılı donanmalarla, incilerin gürültüsü ve alımlı borularla yüklü bir deniz, Venüs'ün ölümsüz doğuşuyla karışıyor, - kimi zaman da ölümcül parıltılarla kararıyor o deniz. Silahlarımız ve taslarımız gibi büyük çiçek harmanları böğürüyor yamaçlarda. Kızıl, beyaz giysili periler alaylar halinde hendeklerden çıkıyorlar. Yukarılarda ayakları çağlayanlar, böğürtlenler arasındaki geyikler Diana'nın memelerini emiyor. Dış mahallelerin Bakkha'ları hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar ve ay tutuşup, uluyor. Demircilerin, keşişlerin mağaralarına giriyor Venüs. Kümeyle çan kuleleri halkların ülkülerinin türküsünü yakıyorlar. Kemikten yapılmış şatolardan bilinmeyen bir musiki duyuluyor. Gelişiyor bütün efsaneler ve kasabalara Ren geyikleri saldırıyor. Fırtınalar cenneti yıkılıveriyor. Danslarla geçiriyorlar vahşiler gece şenliğini. Ve bir saat için ben de kaynaşan o Bağdat bulvarlarından birine indim, ağır bir meltem esiyor, yığınlar yeni işin sevincini söylüyorlar. Kişinin kendisini aralarında buluvereceği tepelerin o masalsı görüntülerinden kurtulamadan bir aşağı bir yukarı dolaşıyorum
Uykularımın, en küçük devinimlerinin çıkıp geldiği o bölgeyi hangi iyi kollar, hangi güzelim saatler bana yeniden geri verecek?
SERSERİLER
ZAVALLI kardeş! Ne dayanılmaz uyanık geceler borçluyum ona! «Aşkla şevkle girişmiş değildim bu işe. Güçsüzlüğüyle oynuyordum. Sürgüne, köleliğe dönüşümüz benim yüzümden oldu.» Bana garip bir bahtsızlık ve çok gülünç bir suçluluk yüklüyor, sonra da kuşkulu nedenler katıyordu.
Bu şeytansı doktora sırıtarak karşılık veriyordum ben, ve sonunda da kalkıp pencereye gidiyordum. Ender çalgıcılarla geçilen kırın ötesinde, gelecekteki parlak gecenin görüntülerini yaratıyordum
.
Sağlıkla belli belirsiz ilgili olan bu eğlenceden sonra, bir ot mindere uzanıyordum. Ve, hemen hemen her gece, ben uyur uyumaz, zavallı kardeşim ağzı çürük, gözleri dışarıya fırlamış - kendini böyle kuruyordu! - kalkar, o alık acı düşünü uluyarak beni salona sürürdü.
Gerçekten, aklımın bütün içtenliğiyle onu Güneşin oğlu ilkel haline sokmayı üzerime almıştım, - ve böylece ben yeri ve formülü bulmak için acele eder, mağaraların şarabı ve yolun peksimetiyle karnımızı doyurarak dolaşıyorduk.
KENTLER
RESMİ AKROPOL çağdaş barbarlık anlayışlarının en büyüklerinin ötesindedir. Ne o hiç değişmeyen kül rengi göğün meydana getirdiği gün, ne yapıların imparatorsu parıltısı, ne de toprağın o ölümsüz karı imkanı yok anlatılamaz. Eski yapı sanatının bütün tansıklıkları şaşılacak kadar aşırı bir beğeniyle yeniden ele alınmış. Hampton -Court'dan yirmi kat daha geniş yerlerde açılmış resim sergilerinde bulundum. Ne resimler! Norveçli bir Nabuchodonosor bakanlıkların merdivenlerini yaptırdı; görebildiğim kadar küçük işyarlar Brahmalardan bin kat daha kurumlu, ve dev yontuların bekçileriyle, yapıların subaylarının görünüşü titretti beni. Kapalı bahçeli, avlulu, taraçalı yapılar, çan kulelerini ortadan kaldırdılar. Parklar görkemli bir sanatın elinden çıkmış ilkel doğayı canlandırıyorlar. Yukarı mahallenin öyle yerleri var ki anlatılamaz: o gemisiz denizin bir kolu, koca koca sokak fenerleriyle yüklü körfezlerin arasında doludan mavi örtüsünü yuvarlayıp duruyor. Kısa bir köprü hemen Sainte - Chapelle'in kubbesi altındaki kalenin gizli bir kapısına çıkıyor. Bu kubbe, çapı on beş bin ayak kadar, güzel çelikten bir iskelettir.
Pazar yerlerini, orta direkleri çeviren küçük bakır köprülerin, çatıların, merdivenlerin bazı noktalarından kentin derinliğini kestirebileceğimi sandım. Bu benim anlayamadığım olağanüstü bir şey: Akropol'un altındaki ya da üstündeki öbür mahallelerin düzeyleri nedir? Çağımızın bir yabancısı için bunu kavramak imkansızdır. Ticaret mahallesi kemerli galerileriyle tek biçimli bir çevredir. Dükkânlar gözükmüyor, ama şosenin karı ezilmiş; Londra'da pek az görülen pazar sabahı dolaşmaya çıkan kimi insanlar gibi, bazı Hint prensIeri elmastan bir arabaya doğru yürüyorlar. Kırmızı birkaç kadifeden sedir: fiyatları sekiz yüz rupyeden, sekiz bin rupyeye değişen kutup içkilerini, içmeğe yarıyor. Alanın bu yakasında tiyatrolar aramak düşüncesiyle (dolaşırken), kendi kendime bu dükkanların oldukça karanlık dramları olmalı diyorum. Bir polisin olabileceğini düşünüyorum; ama burada yasalar öylesine garip olmalı ki, serserileri hakkında bir fikir edinmekten vazgeçiyorum. Paris'in güzel bir sokağı gibi hoş olan dışmahalle pırıl pırıl; halkçı öğe birkaç yüz kişiyi bulur. Orada hâlâ, evler birbirini kovalamıyor; dış mahalle, kırda tuhaf bir şekilde kayboluyor, sonsuz batının ormanlarını ve olağanüstü tarım işletmelerini kaplayan «Kontluk» da, yabanıl soylu kişiler kendi yarattıkları bir ışıkta haber avlarına çıkıyorlar.
Arthur Rimbaud: İlluminations - 4
GÖSTERİ
BU tuhaf kişiler çok kuvvetli. Bunlardan birçokları dünyanızı ele almışlar. Vicdanlarınızla o parlak yetilerini, deneylerini harekete geçirmek için ne bir gereksinme duyuyorlar, ne de acele etmeye kalkıyorlar. Ne olgun kişiler! Yaz gecesileyin şaşkın gözler, kırmızı, kara, üç renkli, altın yıldızlarla kemirilmiş çelik; yitik, kurşunluk, soluk, yangına uğramış yüzler; delişmen ses kısıklıkları! Yaman yürüyüşü düzme işlemelerin!
- Korkunç sesler ve kimi tehlikeli kaynaklarla donatılmış .
- Chérubin'e nasıl bakarlar ki? - bazı gençler var. Kılıkları şık, ama tiksinti verici, kirli kazançlar için kente gönderiliyorlar.
Ey çılgın şaklabanlığın o sonsuz korkunç cenneti! Fakirleriniğzle ya da o şaklabanlık oyunlarıyla karşılaştırmaya kalkmayın. Hazırlıksız giysileriyle, düşsü kötü bir zevkle tarih ya da dinler gibi hiç olmamış tinsel yarı - tanrıların, serserilerin o halk oyunlarını, tragedyalarını oynuyorlar. Çinliler, Hotantolular, Bohemyalılar, budalalar, sırtlanlar, Moloch'lar, eski bunamalar, uğursuz şeytanlar, halk oyunlarını, anaca oyunları hareketler, hayvanca sevecenliklerle karıştırıyorlar. Yeni oyunlar, içli şarkılar ortaya koyabilirler. Usta hokkabazlar onlar, yeri ve kişileri değiştiriyorlar, büyüleyici güldürüye katılıyorlar. Gözler tutuşuyor, kan türküler yakıyor, kemikler çoğalıyor, gözyaşları ve kırmızı akıntılar sızıyor. Alayları ya da ürküleri bir dakka ya da aylarca sürüyor.
Bir bende var bu yabanıl gösterinin anahtarı.
ESKİL
GÜZELİM oğlu Pan'ın! Çiçekçiler, yemişlerle çevrili alnın sıra gözlerin, o biricik yuvarlar, dönüp duruyor. Esmer bir tortuyla gölgeli yanakların çukur çukur. Pırıl pırıl dişlerin. Bir gitara benziyor göğsün, çınlamaları o sarışın kollarında akıp giden. İki cinsin birden uyuduğu karın boşluğunda küt küt atıyor yüreğin. Geceleri kalçalarını, önce birini, sonra ötekini, sonra da sol bacağını yavaş yavaş sallayarak, çık dolaş!
BEING BEAUTEOUS
BOYLU boslu, güzelim bir yaratık bir kar önünde durmuş.
Ölüm ıslıkları, boğuk ezgi çevreleri bu tapılası vücudu tıpkı bir hayalleyin yükseltiyor, yayıyor, titretiyor; kara, kızıl yaralar açılıyor alımlı tenlerde. Yaşamanın o özel renkleri, yapı yerinde. Görüntünün çevresinde kararıyor, dönüyor, dağılıp gidiyor. Ve sonra ürpermeler yükseliyor, gürlüyor, sonra ölüm ıslıklarını yüklenen oluşların ateşli tadı, sonra, ötemizde, dünyanın güzellik anamıza fırlattığı, o sağır edici ezgiler, - o geriliyor, sonra da dikiliyor. Oh! kemiklerimiz yepyeni bir sevdalı vücuda büründüler!
*
Ey o kül rengi yüz, kıldan arma, o billur kollar! Ağaçların, havanın arasından üzerine atılacağım top!
YOLA ÇIKMAK
YETER görülen. Karşılaşmadığı şey kalmadı görmenin. Yeter elde edilen. Akşamleyin, güneşli havalarda ve daima o uğultuları kentlerin.
Yeter tanıma. Molaları dirimin. - Ey uğultular ve Görmeler ey!
Yeni sevgide ve yeni gürültülerde, yola çıkmak!
KRALLIK
GÜZELİM bir sabah, çok sakin bir ulustan, anlı şanlı bir adamla bir kadın kentin alanında bağırıyorlardı: «Dostlarım, onun kraliçe olmasını istiyorum!» «Kraliçe olmak istiyorum ben!» Gülüyor ve titriyordu kadın. Dostlarına, tanrı esininden, çekilen felâketlerden söz ediyordu adam. Birbirlerine yaslanarak kendilerinden geçiyorlardı.
Gerçekten, evlerin üstünde lal rengi kakmaların yükseldiği bütün bir sabah, kral oldular, ve bütün bir öğleden sonra, palmiye bahçelerine doğru yürüyüp gittiler.
BİR AKLA
PARMAĞININ davula vurması nice sesler çıkarıyor ve nasıl yeni bir havadır başlıyor.
Bir adım atman, yeni insanların kalkıp yürümeye geçmesidir.
Başını şöyle çevirmen: yeni aşk! Döndürmen: - yeni aşk! «Zamandan başlayarak, değiştir yazgımızı, âfetleri yok et, diye türküler yakıyor bu çocuklar sana. «Bahtımızın, isteklerimizin cevherini yükselt nerelere olursa olsun», diye yalvarılıyor sana.
Sen ey o her yere gidecek olan, sonsuzluktan gelen.
İŞÇİLER
EY sıcak şubat sabahı. O vakitsiz güney ruzgârı, yoksul, uyumsuz "anılarımızı, o toy mutsuzluğumuzu ortaya seriverdi işte.
Henrika'nın geçen yüzyıldan kalma kareli, beyaz, koyu bir eteklikle, kordelâlı bir beresi ve ipek bir atkısı vardı. Bin kat daha üzüntülüydü bir yastan. Kentin dışında dolaşıyorduk. Hava kapalıydı, ve o güney rüzgârı olanca aşağılık kokusunu alevlendiriyordu yıkık bahçelerin, kurumuş çayırların.
Bu, beni yorduğu kadar karımı da yormamalıydı. Bana geçen ay su baskınından kalma oldukça yüksek bir keçi yolunda bir kaya yarığındaki minnacık balıkları gösterdi.
Kent duman ve fabrika gürültüleriyle, o yollarda, çok uzaklardan izliyordu bizi. Ey öteki dünya, göğün ve ağaçların gölgelediği kutlu barınak! Güney rüzgârı bana çocukluğumun o mutsuz olaylarını, umutsuzluklarımın yazını ve alınyazının benden daima uzaklaştırdığı o bir yığın korkunç gücü ve bilimi ansıtıyordu. Hayır! yalnızca o kimsesiz nişanlılara benzeyeceğimiz bu açgözlü memlekette yazı geçirmeyeceğiz. Sevgili bir hayali sürüsün istemiyorum artık bu sert kol.
KÖPRÜLER
BiLLÛR, kül rengi gökler. Tuhaf bir çizimi köprülerin, dik kimileri, kabarık, tümsekli kimileri, bazıları da dik olanların üstüne eğik açılar halinde iniyorlar, sonra da bütün bu biçimler kanalın aydınlık yakasında tekrarlanıyor, ama hepsi de öylesine uzun ve yeğni ki bu baştan başa kubbeli kıyılar sonra da alçalıp küçülüveriyorlar. Bazıları hala yıkıntılar içinde. Direkler, işaretler, dayanıksız korkuluklar taşıyor öbürlerini. Küçük payandalar çaprazlamasına geçip gidiyorlar; bentlerden ipler çıkıyor. Kırmızı bir giysi, belki de daha başka esvaplar ve çalgılar seçiliyor. Bütün bunlar halk türküleri, derebeylik çağı konserlerinden parçalar, eski halk ezgileri kalıntıları mı? Su kül rengi ve mavi, denizin bir kolu gibi de geniş.
Gökten düşen beyaz bir ışın, bu komedyaya son veriyor.
BU tuhaf kişiler çok kuvvetli. Bunlardan birçokları dünyanızı ele almışlar. Vicdanlarınızla o parlak yetilerini, deneylerini harekete geçirmek için ne bir gereksinme duyuyorlar, ne de acele etmeye kalkıyorlar. Ne olgun kişiler! Yaz gecesileyin şaşkın gözler, kırmızı, kara, üç renkli, altın yıldızlarla kemirilmiş çelik; yitik, kurşunluk, soluk, yangına uğramış yüzler; delişmen ses kısıklıkları! Yaman yürüyüşü düzme işlemelerin!
- Korkunç sesler ve kimi tehlikeli kaynaklarla donatılmış .
- Chérubin'e nasıl bakarlar ki? - bazı gençler var. Kılıkları şık, ama tiksinti verici, kirli kazançlar için kente gönderiliyorlar.
Ey çılgın şaklabanlığın o sonsuz korkunç cenneti! Fakirleriniğzle ya da o şaklabanlık oyunlarıyla karşılaştırmaya kalkmayın. Hazırlıksız giysileriyle, düşsü kötü bir zevkle tarih ya da dinler gibi hiç olmamış tinsel yarı - tanrıların, serserilerin o halk oyunlarını, tragedyalarını oynuyorlar. Çinliler, Hotantolular, Bohemyalılar, budalalar, sırtlanlar, Moloch'lar, eski bunamalar, uğursuz şeytanlar, halk oyunlarını, anaca oyunları hareketler, hayvanca sevecenliklerle karıştırıyorlar. Yeni oyunlar, içli şarkılar ortaya koyabilirler. Usta hokkabazlar onlar, yeri ve kişileri değiştiriyorlar, büyüleyici güldürüye katılıyorlar. Gözler tutuşuyor, kan türküler yakıyor, kemikler çoğalıyor, gözyaşları ve kırmızı akıntılar sızıyor. Alayları ya da ürküleri bir dakka ya da aylarca sürüyor.
Bir bende var bu yabanıl gösterinin anahtarı.
ESKİL
GÜZELİM oğlu Pan'ın! Çiçekçiler, yemişlerle çevrili alnın sıra gözlerin, o biricik yuvarlar, dönüp duruyor. Esmer bir tortuyla gölgeli yanakların çukur çukur. Pırıl pırıl dişlerin. Bir gitara benziyor göğsün, çınlamaları o sarışın kollarında akıp giden. İki cinsin birden uyuduğu karın boşluğunda küt küt atıyor yüreğin. Geceleri kalçalarını, önce birini, sonra ötekini, sonra da sol bacağını yavaş yavaş sallayarak, çık dolaş!
BEING BEAUTEOUS
BOYLU boslu, güzelim bir yaratık bir kar önünde durmuş.
Ölüm ıslıkları, boğuk ezgi çevreleri bu tapılası vücudu tıpkı bir hayalleyin yükseltiyor, yayıyor, titretiyor; kara, kızıl yaralar açılıyor alımlı tenlerde. Yaşamanın o özel renkleri, yapı yerinde. Görüntünün çevresinde kararıyor, dönüyor, dağılıp gidiyor. Ve sonra ürpermeler yükseliyor, gürlüyor, sonra ölüm ıslıklarını yüklenen oluşların ateşli tadı, sonra, ötemizde, dünyanın güzellik anamıza fırlattığı, o sağır edici ezgiler, - o geriliyor, sonra da dikiliyor. Oh! kemiklerimiz yepyeni bir sevdalı vücuda büründüler!
*
Ey o kül rengi yüz, kıldan arma, o billur kollar! Ağaçların, havanın arasından üzerine atılacağım top!
YOLA ÇIKMAK
YETER görülen. Karşılaşmadığı şey kalmadı görmenin. Yeter elde edilen. Akşamleyin, güneşli havalarda ve daima o uğultuları kentlerin.
Yeter tanıma. Molaları dirimin. - Ey uğultular ve Görmeler ey!
Yeni sevgide ve yeni gürültülerde, yola çıkmak!
KRALLIK
GÜZELİM bir sabah, çok sakin bir ulustan, anlı şanlı bir adamla bir kadın kentin alanında bağırıyorlardı: «Dostlarım, onun kraliçe olmasını istiyorum!» «Kraliçe olmak istiyorum ben!» Gülüyor ve titriyordu kadın. Dostlarına, tanrı esininden, çekilen felâketlerden söz ediyordu adam. Birbirlerine yaslanarak kendilerinden geçiyorlardı.
Gerçekten, evlerin üstünde lal rengi kakmaların yükseldiği bütün bir sabah, kral oldular, ve bütün bir öğleden sonra, palmiye bahçelerine doğru yürüyüp gittiler.
BİR AKLA
PARMAĞININ davula vurması nice sesler çıkarıyor ve nasıl yeni bir havadır başlıyor.
Bir adım atman, yeni insanların kalkıp yürümeye geçmesidir.
Başını şöyle çevirmen: yeni aşk! Döndürmen: - yeni aşk! «Zamandan başlayarak, değiştir yazgımızı, âfetleri yok et, diye türküler yakıyor bu çocuklar sana. «Bahtımızın, isteklerimizin cevherini yükselt nerelere olursa olsun», diye yalvarılıyor sana.
Sen ey o her yere gidecek olan, sonsuzluktan gelen.
İŞÇİLER
EY sıcak şubat sabahı. O vakitsiz güney ruzgârı, yoksul, uyumsuz "anılarımızı, o toy mutsuzluğumuzu ortaya seriverdi işte.
Henrika'nın geçen yüzyıldan kalma kareli, beyaz, koyu bir eteklikle, kordelâlı bir beresi ve ipek bir atkısı vardı. Bin kat daha üzüntülüydü bir yastan. Kentin dışında dolaşıyorduk. Hava kapalıydı, ve o güney rüzgârı olanca aşağılık kokusunu alevlendiriyordu yıkık bahçelerin, kurumuş çayırların.
Bu, beni yorduğu kadar karımı da yormamalıydı. Bana geçen ay su baskınından kalma oldukça yüksek bir keçi yolunda bir kaya yarığındaki minnacık balıkları gösterdi.
Kent duman ve fabrika gürültüleriyle, o yollarda, çok uzaklardan izliyordu bizi. Ey öteki dünya, göğün ve ağaçların gölgelediği kutlu barınak! Güney rüzgârı bana çocukluğumun o mutsuz olaylarını, umutsuzluklarımın yazını ve alınyazının benden daima uzaklaştırdığı o bir yığın korkunç gücü ve bilimi ansıtıyordu. Hayır! yalnızca o kimsesiz nişanlılara benzeyeceğimiz bu açgözlü memlekette yazı geçirmeyeceğiz. Sevgili bir hayali sürüsün istemiyorum artık bu sert kol.
KÖPRÜLER
BiLLÛR, kül rengi gökler. Tuhaf bir çizimi köprülerin, dik kimileri, kabarık, tümsekli kimileri, bazıları da dik olanların üstüne eğik açılar halinde iniyorlar, sonra da bütün bu biçimler kanalın aydınlık yakasında tekrarlanıyor, ama hepsi de öylesine uzun ve yeğni ki bu baştan başa kubbeli kıyılar sonra da alçalıp küçülüveriyorlar. Bazıları hala yıkıntılar içinde. Direkler, işaretler, dayanıksız korkuluklar taşıyor öbürlerini. Küçük payandalar çaprazlamasına geçip gidiyorlar; bentlerden ipler çıkıyor. Kırmızı bir giysi, belki de daha başka esvaplar ve çalgılar seçiliyor. Bütün bunlar halk türküleri, derebeylik çağı konserlerinden parçalar, eski halk ezgileri kalıntıları mı? Su kül rengi ve mavi, denizin bir kolu gibi de geniş.
Gökten düşen beyaz bir ışın, bu komedyaya son veriyor.
Arthur Rimbaud: İlluminations - 3
YAŞAMALAR
I
Ey o koca caddeleri kutsal ülkenin, taraçaları o tapınağın!
Bana atasözlerini açıklayan o Brahman'a ne oldu? O çağlardan, o yerlerden, hâlâ o ihtiyar kadınları görüyorum! Gümüş saatleri, nehirlere karşı güneşi, dostun omuzumdaki elini, sonra o baharat kokulu odalarda ayak üstü sevişmelerimizi hatırlıyorum. - Düşüncemin yöresinde kızıl güvercinlerin uçuşu görülüyor. - Buraya sürülmüş, bütün edebiyatların o ölümsüz oyunlarını oynayacak bir sahnem oldu. Size o duyulmadık zenginlikleri bir bir göstereceğim. Bulduğunuz o gömülerin tarihini inceliyorum. Sonrasını görüyorum! Kaos'leyin hor görülüyor işte erdemliğim. Sizi bekleyen şaşkınlığın yanında nedir ki benim yokluğum?
II
GELMİŞ geçmiş bütün bulmanların üstünde bir bulmanım ben; aşkın anahtarları gibi bir şeyler bulmuş bir ezgici hem de. Şimdilerde, tok bir gökyüzüyle cılız bir toprağın ağası olan ben, o dilenci çocuklukla çömezlikle ya da o takunyalarla gelişle, tartışmalarla, o beş altı kezlik dullukla ve kalın kafalığımdan arkadaşlar kadar sesimi yükseltemediğim o birkaç düğün anılarıyla heyecanlanmayı deniyorum. Yakıyorum o eski ilahi sevinç payımdan yana: bu kaba toprağın yalın havası benim amansız şüpheciliğimi eni konu besliyor. Ama bu şüphecilik bundan böyle uygulanmayacağına ve ben de zaten yeni bir acıya, yıkıma bel bağladığıma göre, - Korkunç bir deli olup çıkmayı bekliyorum.
III
ON iki yaşımda, beni kilitledikleri bir tavan arasında tanıdım dünyayı, insanlık komedyasını resimledim. Bir kilerde öğrendim tarihi. Bir kuzey kentinin gece eğlencelerinde, eski ressamların bütün kadınlarına rastladım. Paris'te, eski bir dar sokakta bana bütün geçmiş çağların bilimlerini öğrettiler. Doğu'yla dopdolu güzelim bir evde, yüce yapıtımı tamamlayıp ulu emekliliğimi geçirdim. Kanımı karıştırdım durdum. Ödevim geri verildi bana. Bunu hiç düşünmemeli artık. Öbür dünyalı biriyim ben aslında, işim gücüm yok.
TÜMCELER
BU dünya, şaşkın iki çift gözümüz için kara, tek bir ormana, birbirini seven iki çocuk için, bir sahile, - duru sevgimiz için bir çalgılar evine dönünce, - sizi o zaman bulacağım.
Yeryüzünde, sakin, güzel ve «görülmemiş bir lüks içinde» bir tek ihtiyar kaldığı vakit, - dizlerinizin dibinde olacağım.
Bırakın bütün anılarınızı gerçekleştireyim, - sımsıkı bağlayan biri olabileyim sizi, - boğacağım sizi.
*
Çok güçlü olduğumuz vakit, - kim geriler? Çok keyifli, - kim gülünç olur? Çok kötü olduğumuz vakit - bizi ne yaparlardı?
Süslenip püslenin, gülün, oynayın. - Hiç bir zaman kapı dışarı edemiyeceğim Aşk'ı.
*
Yoldaşım, dilenci kadınım, o azman çocuğum benim! Bu bahtsız kadınlar, bu işçiler ve benim sıkıntılarım nasıl da vız geliyor sana. Gel o kaygısız sesinle katıl bize, sesin ! biricik pohpohcusu bu aşağılık umutsuzluğun.
*
Kapalı bir temmuz sabahı. Bir kül tadı var havada; yaş bir odun kokusu ocakta, - sırsıklam çiçekler, - o yıkıklığı gezinti yerlerinin, - kanalların tarlalara çiselemesi, - niçin hemen olmasın oyuncaklar ve günlük kokuları?
*
Kuleden kuleye gerdim ipleri; çelenkleri bir pencereden bir pencereye; altın zincirleri bir yıldızlardan bir yıldıza, hora tepiyorum şimdi.
*
Durmadan tütüyor yukarki gölcük. Hangi büyücü kadın batan ak güneşe gidip dikilecek? Hangi yapraklanmış menekşeler düşecek?
Kamu yatırımları kardeşlik bayramlarında akıp giderken, bir ateş gülü çalıyor çalıyor bulutlarda.
*
Güzelim bir Çin mürekkebi tadını canlandırarak, kara bir toz yağıyor yavaşça uyanıklığım üstüne. - Lâmbamın alevini kısıp yatağa atıyorum kendimi, gölgeli tarafa dönünce sizi görüyorum kızlarım! kıraliçelerim benim.
DEMOKRASİ
«BAYRAK bu pis manzaraya uyuyor ve boğuyor bizim yerli ağzımız davulu.
«İçerilerde en hayasız fuhuşları bes1eyeceğiz. En haklı ayaklanmaları kırıp geçireceğiz.
«O baharat, yağmur ülkelerinde! O canavarca sanayi ve ordu sömürücülerinin hizmetinde.
«Allahaısmarladık buradan, nereye olursa olsun. İyi isteğin gönüllü erleri, gözü kanlı bir felsefemiz olacak; bilimden habersizler, keyif hinoğlu hinleri; yerin dibine batsın bu çökecek olan dünya.
Gerçek yürüyüş budur. Yürüyelim, ileri! »
SARHOŞLUK SABAHI
SEN ey Birtanem! Ey Güzelim benim! O asla sürçmediğim yabanıl ezgi! Perili sehpa! O işitilmedik yapıt için, o güzelim vücut için ilk kez, hurra! Çocuk gülüşleriyle başladıydı bu, öyle de bitecek. Bando dönse de, o eski uyumsuzluğumuza kavuşsak da, bu zehir gene bütün damarlarımıza yerleşip kalacak. Ey şimdi bütün o işkenceleri hakeden bizler! yaratılmış olan vücutlarımıza, ruhlarımıza bu insanüstü sözü coşkuyla bir araya getirdim: bu sözü, bu cinneti! İncelik, bilgiçlik, zorbalık. O aparı aşkımızı getirebilmemiz için, bu iyilik ve kötülük ağacını karanlığa gömeceklerini, bu barbarca iylikseverliklerin sürüleceğini söz vermişlerdi bize. Kimi tiksintilerle başladı bu, ve işte, - bu ölümsüzlüğün içinde bizi yakalayamadığı için, - korkuların bozgununda sona erdi.
Çocuk gülüşleri, tutsakların saygısı, kızların o yabanıl davranışları, yüzlerin, şu eşyaların. dehşeti, o uykusuz geceyi andıkça, kutsayın. Onca yabanlıkla başlamıştı bu, ve işte buz ve alev melekleriyle bitti.
Ey esrikliğin kutsal uyanıklığı! bize armağan ettiğin salt o maske adına bu. Bir yöntem biliyoruz seni! Daha önce de, bizim yaşımızdakilerini de senin kutladığını unutmuyoruz. Zehire inanıyoruz. Her Allahın günü yaşamamızın tümünü birden vermeyi biliyoruz.
İşte caniler çağı!
MASAL
BİR prens, kendisini yalnız o sıradan hayır işlerinin yücelmesine verdiği için üzülüyordu. Aşkta şaşırtıcı devrimler sezinliyordu, ve kanlarının göğün ve lüksün o güzelim bağışından daha güçlü olabileceklerinden kuşkulanıyordu. Gerçeği , asıl istek saatini, asıl sevinçleri görmek istiyordu. Bu, dindarlığa yan çizmek olurmuş, olmazmış, buna bakmıyordu, istiyordu. Hiç olmazsa, oldukça güçlüydü insanlar üzerinde.
Eline geçirdiği kadınların canına kıyılmıştı. Güzellik bahçesi için ne yıkımdı bu! Kılıcın altında onu hepsi kutsadılar. Yeni kadınlar da istemeğe kalkmadı. - Kadınlar yeniden çıkıp geldiler.
Av dönüşü ya da ayin sonu kendisiyle gelen bütün kadınları öldürdü. Ama yine biri de arkasını bırakmadı.
O lüks içinde ki hayvanları boğazlayarak eğlendi. Sarayları yaktırdı. İnsanlara saldırıyor, onları dilim dilim ediyordu.
- Ama kalabalık, altın çatılar, güzel hayvanlar yaşamalarını sürdürüyorlardı yine de.
Yakıp yıkmayla coşup, kan dökmeyle gcnçleşilebilinir mi hiç! Halk ağzını açmadı. Bu konuda kimse ona yardım edeyim demedi. Bir akşam atını kurumla dört nala sürüyordu. Anlatılamayacak, açıklanamayacak güzellikte bir peri beliriverdi. Yüzü, duruşu, bin bir aşk, anlatılamaz, aynı zamanda da dayanılamaz bir mutluluk muştuluyordu! Prensle peri, belki de, tam bir sağlık içinde yokolup gittiler. Hem nasıl olur da ölmezlerdi? İşte bunun için de beraberce öldüler.
Ama prens, sarayında, eceliyle öldü. Prens, periydi; peri de prensti.
Bize yabancı bilgiç musiki.
I
Ey o koca caddeleri kutsal ülkenin, taraçaları o tapınağın!
Bana atasözlerini açıklayan o Brahman'a ne oldu? O çağlardan, o yerlerden, hâlâ o ihtiyar kadınları görüyorum! Gümüş saatleri, nehirlere karşı güneşi, dostun omuzumdaki elini, sonra o baharat kokulu odalarda ayak üstü sevişmelerimizi hatırlıyorum. - Düşüncemin yöresinde kızıl güvercinlerin uçuşu görülüyor. - Buraya sürülmüş, bütün edebiyatların o ölümsüz oyunlarını oynayacak bir sahnem oldu. Size o duyulmadık zenginlikleri bir bir göstereceğim. Bulduğunuz o gömülerin tarihini inceliyorum. Sonrasını görüyorum! Kaos'leyin hor görülüyor işte erdemliğim. Sizi bekleyen şaşkınlığın yanında nedir ki benim yokluğum?
II
GELMİŞ geçmiş bütün bulmanların üstünde bir bulmanım ben; aşkın anahtarları gibi bir şeyler bulmuş bir ezgici hem de. Şimdilerde, tok bir gökyüzüyle cılız bir toprağın ağası olan ben, o dilenci çocuklukla çömezlikle ya da o takunyalarla gelişle, tartışmalarla, o beş altı kezlik dullukla ve kalın kafalığımdan arkadaşlar kadar sesimi yükseltemediğim o birkaç düğün anılarıyla heyecanlanmayı deniyorum. Yakıyorum o eski ilahi sevinç payımdan yana: bu kaba toprağın yalın havası benim amansız şüpheciliğimi eni konu besliyor. Ama bu şüphecilik bundan böyle uygulanmayacağına ve ben de zaten yeni bir acıya, yıkıma bel bağladığıma göre, - Korkunç bir deli olup çıkmayı bekliyorum.
III
ON iki yaşımda, beni kilitledikleri bir tavan arasında tanıdım dünyayı, insanlık komedyasını resimledim. Bir kilerde öğrendim tarihi. Bir kuzey kentinin gece eğlencelerinde, eski ressamların bütün kadınlarına rastladım. Paris'te, eski bir dar sokakta bana bütün geçmiş çağların bilimlerini öğrettiler. Doğu'yla dopdolu güzelim bir evde, yüce yapıtımı tamamlayıp ulu emekliliğimi geçirdim. Kanımı karıştırdım durdum. Ödevim geri verildi bana. Bunu hiç düşünmemeli artık. Öbür dünyalı biriyim ben aslında, işim gücüm yok.
TÜMCELER
BU dünya, şaşkın iki çift gözümüz için kara, tek bir ormana, birbirini seven iki çocuk için, bir sahile, - duru sevgimiz için bir çalgılar evine dönünce, - sizi o zaman bulacağım.
Yeryüzünde, sakin, güzel ve «görülmemiş bir lüks içinde» bir tek ihtiyar kaldığı vakit, - dizlerinizin dibinde olacağım.
Bırakın bütün anılarınızı gerçekleştireyim, - sımsıkı bağlayan biri olabileyim sizi, - boğacağım sizi.
*
Çok güçlü olduğumuz vakit, - kim geriler? Çok keyifli, - kim gülünç olur? Çok kötü olduğumuz vakit - bizi ne yaparlardı?
Süslenip püslenin, gülün, oynayın. - Hiç bir zaman kapı dışarı edemiyeceğim Aşk'ı.
*
Yoldaşım, dilenci kadınım, o azman çocuğum benim! Bu bahtsız kadınlar, bu işçiler ve benim sıkıntılarım nasıl da vız geliyor sana. Gel o kaygısız sesinle katıl bize, sesin ! biricik pohpohcusu bu aşağılık umutsuzluğun.
*
Kapalı bir temmuz sabahı. Bir kül tadı var havada; yaş bir odun kokusu ocakta, - sırsıklam çiçekler, - o yıkıklığı gezinti yerlerinin, - kanalların tarlalara çiselemesi, - niçin hemen olmasın oyuncaklar ve günlük kokuları?
*
Kuleden kuleye gerdim ipleri; çelenkleri bir pencereden bir pencereye; altın zincirleri bir yıldızlardan bir yıldıza, hora tepiyorum şimdi.
*
Durmadan tütüyor yukarki gölcük. Hangi büyücü kadın batan ak güneşe gidip dikilecek? Hangi yapraklanmış menekşeler düşecek?
Kamu yatırımları kardeşlik bayramlarında akıp giderken, bir ateş gülü çalıyor çalıyor bulutlarda.
*
Güzelim bir Çin mürekkebi tadını canlandırarak, kara bir toz yağıyor yavaşça uyanıklığım üstüne. - Lâmbamın alevini kısıp yatağa atıyorum kendimi, gölgeli tarafa dönünce sizi görüyorum kızlarım! kıraliçelerim benim.
DEMOKRASİ
«BAYRAK bu pis manzaraya uyuyor ve boğuyor bizim yerli ağzımız davulu.
«İçerilerde en hayasız fuhuşları bes1eyeceğiz. En haklı ayaklanmaları kırıp geçireceğiz.
«O baharat, yağmur ülkelerinde! O canavarca sanayi ve ordu sömürücülerinin hizmetinde.
«Allahaısmarladık buradan, nereye olursa olsun. İyi isteğin gönüllü erleri, gözü kanlı bir felsefemiz olacak; bilimden habersizler, keyif hinoğlu hinleri; yerin dibine batsın bu çökecek olan dünya.
Gerçek yürüyüş budur. Yürüyelim, ileri! »
SARHOŞLUK SABAHI
SEN ey Birtanem! Ey Güzelim benim! O asla sürçmediğim yabanıl ezgi! Perili sehpa! O işitilmedik yapıt için, o güzelim vücut için ilk kez, hurra! Çocuk gülüşleriyle başladıydı bu, öyle de bitecek. Bando dönse de, o eski uyumsuzluğumuza kavuşsak da, bu zehir gene bütün damarlarımıza yerleşip kalacak. Ey şimdi bütün o işkenceleri hakeden bizler! yaratılmış olan vücutlarımıza, ruhlarımıza bu insanüstü sözü coşkuyla bir araya getirdim: bu sözü, bu cinneti! İncelik, bilgiçlik, zorbalık. O aparı aşkımızı getirebilmemiz için, bu iyilik ve kötülük ağacını karanlığa gömeceklerini, bu barbarca iylikseverliklerin sürüleceğini söz vermişlerdi bize. Kimi tiksintilerle başladı bu, ve işte, - bu ölümsüzlüğün içinde bizi yakalayamadığı için, - korkuların bozgununda sona erdi.
Çocuk gülüşleri, tutsakların saygısı, kızların o yabanıl davranışları, yüzlerin, şu eşyaların. dehşeti, o uykusuz geceyi andıkça, kutsayın. Onca yabanlıkla başlamıştı bu, ve işte buz ve alev melekleriyle bitti.
Ey esrikliğin kutsal uyanıklığı! bize armağan ettiğin salt o maske adına bu. Bir yöntem biliyoruz seni! Daha önce de, bizim yaşımızdakilerini de senin kutladığını unutmuyoruz. Zehire inanıyoruz. Her Allahın günü yaşamamızın tümünü birden vermeyi biliyoruz.
İşte caniler çağı!
MASAL
BİR prens, kendisini yalnız o sıradan hayır işlerinin yücelmesine verdiği için üzülüyordu. Aşkta şaşırtıcı devrimler sezinliyordu, ve kanlarının göğün ve lüksün o güzelim bağışından daha güçlü olabileceklerinden kuşkulanıyordu. Gerçeği , asıl istek saatini, asıl sevinçleri görmek istiyordu. Bu, dindarlığa yan çizmek olurmuş, olmazmış, buna bakmıyordu, istiyordu. Hiç olmazsa, oldukça güçlüydü insanlar üzerinde.
Eline geçirdiği kadınların canına kıyılmıştı. Güzellik bahçesi için ne yıkımdı bu! Kılıcın altında onu hepsi kutsadılar. Yeni kadınlar da istemeğe kalkmadı. - Kadınlar yeniden çıkıp geldiler.
Av dönüşü ya da ayin sonu kendisiyle gelen bütün kadınları öldürdü. Ama yine biri de arkasını bırakmadı.
O lüks içinde ki hayvanları boğazlayarak eğlendi. Sarayları yaktırdı. İnsanlara saldırıyor, onları dilim dilim ediyordu.
- Ama kalabalık, altın çatılar, güzel hayvanlar yaşamalarını sürdürüyorlardı yine de.
Yakıp yıkmayla coşup, kan dökmeyle gcnçleşilebilinir mi hiç! Halk ağzını açmadı. Bu konuda kimse ona yardım edeyim demedi. Bir akşam atını kurumla dört nala sürüyordu. Anlatılamayacak, açıklanamayacak güzellikte bir peri beliriverdi. Yüzü, duruşu, bin bir aşk, anlatılamaz, aynı zamanda da dayanılamaz bir mutluluk muştuluyordu! Prensle peri, belki de, tam bir sağlık içinde yokolup gittiler. Hem nasıl olur da ölmezlerdi? İşte bunun için de beraberce öldüler.
Ama prens, sarayında, eceliyle öldü. Prens, periydi; peri de prensti.
Bize yabancı bilgiç musiki.
Arthur Rimbaud: İlluminations - 2
TUFANDAN SONRA
TUFAN düşüncesi durulur durulmaz,
Evliya otlarıyla kımıl kımıl çançiçekleri arasında bir tavşan durdu, örümcek ağlarının arasından ebemkuşağına yakardı.
Ey! saklanan kıymetli taşlar, - çoktandır bakıp duran çiçekler.
Büyük, pis sokağa kasap dükkanları kuruluverdi; gravürlerdeki gibi o kat kat denize doğru kayıklar çekildi.
Mavi - Sakal'ın evinde, - mezbahalarda,- pencerelerini güneşin sararttığı cambazhanelerde, kan boşandı. Kan, süt aktı durdu bütün.
Yuvalarını kurdu kunduzlar. Kahvelerde «kahveler» tüttü durdu.
Camlarından hâlâ su sızan koca evin yaslı çocukları o eşsiz resimlere baktılar.
***
Bir kapı çarptı, - köy alanında, çocuk gürül gürül sağanağın altında, fırıldakları, her yandaki çan kulelerinin rüzgâr gülleriyle dolu kollarını döndürdü durdu.
Bayan Alplere bir piyano yerleştirdi. Kilisenin o yüz binlerce mihrabında, ayin yapıldı, ilâhiler okundu.
Kervanlar yola düzüldüler. Buzlar ve kutup gecesinin kaos'unda Splendide Hôtel'i kuruldu.
Kekik çöllerinde uluyan çakılları, - meyve bahçelerinde homurdanan tahta pabuçlu kır tanrıçalarını daha ilk o zaman işitti Ay. Sonra, tomurcuk yüklü, mor, o ulu ormanda Euchads, ilkyazın geldiğini söyledi bana.
-Sağırlar, durgun sular, - Köprünün, ormanların üstlerinden akıp gidiyor köpük; - Kumaşlar, organlar, - şimşekler, gök gürültüleri, - yükselin, akın; - Sular ve acılar, yükselin, daha bir artırın Tufanları..
Onların dağılıp gittiğinden beri, - siz ey gömülen eşsiz taşlar, açılmış çiçekler! - dayanılır gibi değil bu! - ve o kraliçe, saksıda ateş yakan Büyücü kadın, bilmediğimiz o nice şeyi hiç bir zaman bize tutup anlatayım demeyecek.
TAN
YAZ şafağını kucakladım.
Sarayların ön yüzlerinde hiç bir kımıltı yoktu daha. Ölüydü sular. Gölge yığınları orman yolundan ayrılmıyordu. Yürüdüm, ılık ve canlı solumalar uyandırarak, değerli taşlar bakışıp kaldı, sessizce kımıldandı kanatlar.
Daha şimdiden o serin, soluk parıltılarla dolu patikada ilk kımıltı bir çiçeğin bana tutup adını söyleyivermesi oldu.
Çamların arasında saçlarını çözen şelâleye güldüm: gümüş rengi tepede tanrıçayı tanıdım.
Tülleri birer birer tutup kaldırdım o zaman. O ağaçlıklı yolda, kollarımı salladım durdum. Ovalarda horoza haber verdim. Bütün kentte, çan kuleleri, kubbeler arasından kaçıyordu; mermer rıhtımların üstünde bir dilencileyin koşarak onu kovalıyordum.
Yolun ta üst yakasında, bir defne ormanının yanında, o top top olmuş tüyleriyle çevirdim, onu, o koca vücudunun ağırlığını birazcık duyar gibi oldum. Şafakla çocuk ormanın alt yakasında devriliverdiler.
Uyandığımda öğle olmuştu.
ÇOCUKLUK
I
O KARA gözlü, sarı yeleli, kimi kimsesi olmayan. Meksika ve Flemenk masallarından daha soylu; ülkesi nobran mavilikler, yeşillikler olan, o put, gemisiz dalgaların Yunanca, İslâvca, Keltçe yaban adlarla çağrılan sahillerde koşuyor.
Ormanın kıyısında - düş çiçekleri çınlayıp, açılıp, ışıldayıp duruyor, - bir kız portakal dudaklı, çayırlardan çıkıp gelen pırıl pırıl tufanın içinde bacak bacak üstüne atmış [duruyor], denizin, biteyin, ebemkuşaklarının gölgelediği, bir baştan bir başa geçtikleri, giydirdikleri o çıplaklık.
Denize yakın taraçalarda fırdönen bayanlar; küçük kızlar, dev gibi kadınlar, yeşil - gri köpükler içinde güzelim siyahîler, koruların, o verimli toprakların üstünde dikilmiş duran elmaslar, bahçecikler buzu çözülmüş, - genç analar ve bakışları kutsal yolculuklarla dolu kızkardeşler, o kurumlu, barbar giysili sultanlar, prensesler, yabancı küçük kızlar, mutsuz ama tatlı kişiler.
Ne cansıkıntısı, «sevgili vücut» ve «sevgili yürek» çağı.
II
O bu, küçük ölü, ardında gül fidanlarının. - İnliyor taşlığa ölü genç ana. - Kumda bağırıyor yeğenin arabası - Küçük oğlan kardeş - (Hindistan'da o ! ) orada, batan güneşe karşı, karanfil çayırında duruyor. - Dimdik gömülmüş ihtiyarlar şebboylu surlara.
Generalin evini çeviriyor bir yığın altın yaprak. Güneydeler. - Boş hana kırmızı yoldan varılır. Satılık şato; sökülmüş pancurlar. - Götürmüş olmalı papaz kilisenin anahtarını. Boş, ıpıssız, parkın yöresindeki bekçi kulübeleri. Öylesine yüksek ki duvarlar yalnız uğultulu tepeler görünüyor. Zaten, görünecek bir şey de yok içinde.
Horozsuz, örssüz o küçük köylere yükseliyor çayırlar. Yükseldi su bendi. Ey haçlı tepeler ve çöl değirmenleri, adalar, değirmen taşları.
Vızıldıyordu büyülü çiçekler. Bayırlar onu sallıyordu. Bir masalsı inceliğin hayvanları gidip geliyordu. Sonsuzluğun sıcak gözyaşlarıyla yapılmış bir engin denizde bulutlar toplanıyordu.
III
BİR kuş var ormanda, durdurur seni türküsü, kızartır yüzünü.
Bir saat var, çalmayan.
Ak hayvanların yuvaları, bir çukur.
İnen bir kilise ile çıkan bir göl.
Küçük, süslü bir araba, bir ağaçlığa bırakılmış ya da bir yolu inen dört nala.
Giyimli kuşamlı bir oyuncu topluluğu var yolda, ormanın arasından görünen.
Acıkınca, susayınca seni kovan biri var, en sonra.
IV
ERMİŞİM ben, bir taraçada yakaran,- otlayan o barışçıl hayvanlarleyin. Filistin denizlerine dek.
Bilginim karanlık koltuktaki. Dallar ve yağmur vuruyor kitaplığın penceresine ..
O bodur ormanlara çıkan büyük yolun yaya yürüyeniyim; su setlerinin uğultusu ayaklarımı örtüyor. O iç karartıcı altın arıtmasını görüyorum batan güneşin.
Engin denizdeki dalgaların üstüne bırakılmış bir çocuk olabilirdim pekala, ağaçlıklı yol boyunca yürüyen, alnı göğe değen, küçük bir uşak. Çetin keçiyolları. Katırtırnaklarıyle örtülü tepeler.
Kımıltısız hava. Ne kadar uzakta kuşlar, kaynaklar! Ancak sonu olabilir bu dünyanın, böyle yürürsen.
V
KİRALASINLAR artık bana bu kıyıları çimento kabartmalı, kireçle sıvanmış mezarı - ta dibindeki yerin.
Masaya dayıyorum dirseklerimi, lâmba, budalalığımdan birkaç kez okuduğum bu gazeteleri, hiç ilgimi çekmeyen bu kitapları nasıl da aydınlatıyor.
Enikonu uzak bir yerde olan yeraltı odamın üstünde evler kök salıyor, sisler toplanıyor. Kırmızı çamur ya da kara. Kent, korkunç, ucu bucağı yok gecenin.
Lâğımlar, alçak. Yanlarda yoğunluğu yerkürenin, bir o.
Mavi uçurumlar, ateş kuyuları belki. Belki aylar, kuyruklu yıldızlar, denizler ve masallar bu düzlemler üstünde buluşuyorlar.
O kaygılı saatlerde, yakut, maden yuvarlar kurarım. Ustasıyım ben suskunun. Ama niçin bu görünen deliği kubbenin köşesinde solgunlaşsın?
TUFAN düşüncesi durulur durulmaz,
Evliya otlarıyla kımıl kımıl çançiçekleri arasında bir tavşan durdu, örümcek ağlarının arasından ebemkuşağına yakardı.
Ey! saklanan kıymetli taşlar, - çoktandır bakıp duran çiçekler.
Büyük, pis sokağa kasap dükkanları kuruluverdi; gravürlerdeki gibi o kat kat denize doğru kayıklar çekildi.
Mavi - Sakal'ın evinde, - mezbahalarda,- pencerelerini güneşin sararttığı cambazhanelerde, kan boşandı. Kan, süt aktı durdu bütün.
Yuvalarını kurdu kunduzlar. Kahvelerde «kahveler» tüttü durdu.
Camlarından hâlâ su sızan koca evin yaslı çocukları o eşsiz resimlere baktılar.
***
Bir kapı çarptı, - köy alanında, çocuk gürül gürül sağanağın altında, fırıldakları, her yandaki çan kulelerinin rüzgâr gülleriyle dolu kollarını döndürdü durdu.
Bayan Alplere bir piyano yerleştirdi. Kilisenin o yüz binlerce mihrabında, ayin yapıldı, ilâhiler okundu.
Kervanlar yola düzüldüler. Buzlar ve kutup gecesinin kaos'unda Splendide Hôtel'i kuruldu.
Kekik çöllerinde uluyan çakılları, - meyve bahçelerinde homurdanan tahta pabuçlu kır tanrıçalarını daha ilk o zaman işitti Ay. Sonra, tomurcuk yüklü, mor, o ulu ormanda Euchads, ilkyazın geldiğini söyledi bana.
-Sağırlar, durgun sular, - Köprünün, ormanların üstlerinden akıp gidiyor köpük; - Kumaşlar, organlar, - şimşekler, gök gürültüleri, - yükselin, akın; - Sular ve acılar, yükselin, daha bir artırın Tufanları..
Onların dağılıp gittiğinden beri, - siz ey gömülen eşsiz taşlar, açılmış çiçekler! - dayanılır gibi değil bu! - ve o kraliçe, saksıda ateş yakan Büyücü kadın, bilmediğimiz o nice şeyi hiç bir zaman bize tutup anlatayım demeyecek.
TAN
YAZ şafağını kucakladım.
Sarayların ön yüzlerinde hiç bir kımıltı yoktu daha. Ölüydü sular. Gölge yığınları orman yolundan ayrılmıyordu. Yürüdüm, ılık ve canlı solumalar uyandırarak, değerli taşlar bakışıp kaldı, sessizce kımıldandı kanatlar.
Daha şimdiden o serin, soluk parıltılarla dolu patikada ilk kımıltı bir çiçeğin bana tutup adını söyleyivermesi oldu.
Çamların arasında saçlarını çözen şelâleye güldüm: gümüş rengi tepede tanrıçayı tanıdım.
Tülleri birer birer tutup kaldırdım o zaman. O ağaçlıklı yolda, kollarımı salladım durdum. Ovalarda horoza haber verdim. Bütün kentte, çan kuleleri, kubbeler arasından kaçıyordu; mermer rıhtımların üstünde bir dilencileyin koşarak onu kovalıyordum.
Yolun ta üst yakasında, bir defne ormanının yanında, o top top olmuş tüyleriyle çevirdim, onu, o koca vücudunun ağırlığını birazcık duyar gibi oldum. Şafakla çocuk ormanın alt yakasında devriliverdiler.
Uyandığımda öğle olmuştu.
ÇOCUKLUK
I
O KARA gözlü, sarı yeleli, kimi kimsesi olmayan. Meksika ve Flemenk masallarından daha soylu; ülkesi nobran mavilikler, yeşillikler olan, o put, gemisiz dalgaların Yunanca, İslâvca, Keltçe yaban adlarla çağrılan sahillerde koşuyor.
Ormanın kıyısında - düş çiçekleri çınlayıp, açılıp, ışıldayıp duruyor, - bir kız portakal dudaklı, çayırlardan çıkıp gelen pırıl pırıl tufanın içinde bacak bacak üstüne atmış [duruyor], denizin, biteyin, ebemkuşaklarının gölgelediği, bir baştan bir başa geçtikleri, giydirdikleri o çıplaklık.
Denize yakın taraçalarda fırdönen bayanlar; küçük kızlar, dev gibi kadınlar, yeşil - gri köpükler içinde güzelim siyahîler, koruların, o verimli toprakların üstünde dikilmiş duran elmaslar, bahçecikler buzu çözülmüş, - genç analar ve bakışları kutsal yolculuklarla dolu kızkardeşler, o kurumlu, barbar giysili sultanlar, prensesler, yabancı küçük kızlar, mutsuz ama tatlı kişiler.
Ne cansıkıntısı, «sevgili vücut» ve «sevgili yürek» çağı.
II
O bu, küçük ölü, ardında gül fidanlarının. - İnliyor taşlığa ölü genç ana. - Kumda bağırıyor yeğenin arabası - Küçük oğlan kardeş - (Hindistan'da o ! ) orada, batan güneşe karşı, karanfil çayırında duruyor. - Dimdik gömülmüş ihtiyarlar şebboylu surlara.
Generalin evini çeviriyor bir yığın altın yaprak. Güneydeler. - Boş hana kırmızı yoldan varılır. Satılık şato; sökülmüş pancurlar. - Götürmüş olmalı papaz kilisenin anahtarını. Boş, ıpıssız, parkın yöresindeki bekçi kulübeleri. Öylesine yüksek ki duvarlar yalnız uğultulu tepeler görünüyor. Zaten, görünecek bir şey de yok içinde.
Horozsuz, örssüz o küçük köylere yükseliyor çayırlar. Yükseldi su bendi. Ey haçlı tepeler ve çöl değirmenleri, adalar, değirmen taşları.
Vızıldıyordu büyülü çiçekler. Bayırlar onu sallıyordu. Bir masalsı inceliğin hayvanları gidip geliyordu. Sonsuzluğun sıcak gözyaşlarıyla yapılmış bir engin denizde bulutlar toplanıyordu.
III
BİR kuş var ormanda, durdurur seni türküsü, kızartır yüzünü.
Bir saat var, çalmayan.
Ak hayvanların yuvaları, bir çukur.
İnen bir kilise ile çıkan bir göl.
Küçük, süslü bir araba, bir ağaçlığa bırakılmış ya da bir yolu inen dört nala.
Giyimli kuşamlı bir oyuncu topluluğu var yolda, ormanın arasından görünen.
Acıkınca, susayınca seni kovan biri var, en sonra.
IV
ERMİŞİM ben, bir taraçada yakaran,- otlayan o barışçıl hayvanlarleyin. Filistin denizlerine dek.
Bilginim karanlık koltuktaki. Dallar ve yağmur vuruyor kitaplığın penceresine ..
O bodur ormanlara çıkan büyük yolun yaya yürüyeniyim; su setlerinin uğultusu ayaklarımı örtüyor. O iç karartıcı altın arıtmasını görüyorum batan güneşin.
Engin denizdeki dalgaların üstüne bırakılmış bir çocuk olabilirdim pekala, ağaçlıklı yol boyunca yürüyen, alnı göğe değen, küçük bir uşak. Çetin keçiyolları. Katırtırnaklarıyle örtülü tepeler.
Kımıltısız hava. Ne kadar uzakta kuşlar, kaynaklar! Ancak sonu olabilir bu dünyanın, böyle yürürsen.
V
KİRALASINLAR artık bana bu kıyıları çimento kabartmalı, kireçle sıvanmış mezarı - ta dibindeki yerin.
Masaya dayıyorum dirseklerimi, lâmba, budalalığımdan birkaç kez okuduğum bu gazeteleri, hiç ilgimi çekmeyen bu kitapları nasıl da aydınlatıyor.
Enikonu uzak bir yerde olan yeraltı odamın üstünde evler kök salıyor, sisler toplanıyor. Kırmızı çamur ya da kara. Kent, korkunç, ucu bucağı yok gecenin.
Lâğımlar, alçak. Yanlarda yoğunluğu yerkürenin, bir o.
Mavi uçurumlar, ateş kuyuları belki. Belki aylar, kuyruklu yıldızlar, denizler ve masallar bu düzlemler üstünde buluşuyorlar.
O kaygılı saatlerde, yakut, maden yuvarlar kurarım. Ustasıyım ben suskunun. Ama niçin bu görünen deliği kubbenin köşesinde solgunlaşsın?
ARTHUR RIMBAUD - ILLUMINATIONS
Çev: İlhan Berk / Yeditepe Yayınları / 1971
ÖNSÖZ VE HAYATI
Rimbaud çevirisinin Türkçede yarattığı güçlüklerin başında dil geliyor. Rimbaud'nun Illuminations'da kullandığı dili Türkçede yaratmak güçtür. Nedeni de dilimizin, özellikle de öztürkçenin, bu dili karşılayacak kadar işlenmiş olmamasıdır. Rimbaud çok işlenmiş büyük bir dilin bütün olanaklarını kullanıyor. Ayrıca bugünkü dilimiz, Fransız dilindeki gibi, birkaçı bir yana, büyük ozanlarını henüz vermemiştir.
Dilin büylesine yeni olanaklarını denememiş olmamız Rimbaud çevirilerini zorlaştırıyor. İşte bu güçlükler sonucu Rimbaud çevirileri, Türkçede aslındaki o büyük gücü aktaramamakta. Öte yandan, mensur şiir Türkçemizin enine boyuna işlediği bir tür de değildir. Oysa Rimbaud asıl bu tür yapıtlarıyla büyüktür.
Rimbaud bu tür şiirlerinde usu sarsan, allak-bullak eden, kimi yerde de ona karşı çıkan yeni bir dil kullanır. Türkçede bu dili bulmadıkça çeviriler düzyazının alanına kolaylıkla düşer. Belki de bunun için Rimbaud'dan yapılan çeviriler, çoğun koşuk şiirlere yönelmiştir.
Rimbaud çevirisinin yarattığı güçlükler yalnız dilden de gelmiyor.
Dili bilmek yetmiyor: Rimbaud'ya açık olmak da gerekiyor. Bunun için olacak, Rimbaud çevirileri bütün dünyada tartışmalara yol açıyor. Yine bu nedenle pek çok Rimbaud yorumcuları çıkmıştır. Daha çok anlamdan gelen bu güçlük Fransızlar için de çözülmüş bir sorun değildir. Illuminations bu yüzden Fransa'da da, dünyada da azınlığın bir kitabıdır. Öte yandan, bir şiirin çevrilmesi ise önce anlaşılmasıyla sıkı sıkıya bağlı. Ancak anlaşıldıktan sonra çevirinin o kör, belâlı, nankör alanına girilir.
Rimbaud çevirisinin dil, anlam güçlüğünden sonra ortaya koyduğu üçüncü güçlük de yapı güçlüğü. Rimbaud'nun bu kitabındaki biçimler alışılmış yapılar değildir bizim için. Çağdaş şiirimizin yeni yeni açık olduğu yapılardır. Bir dilde böyle yapılar yoksa, çevirmen büyük büyük güçlüklerle karşılaşır. Şiirin aslına yakın bir yapıyı veremezse, şiir şiir olmaktan çıkar. Ölçülü şiirin öğeleri bir dilden bir dile bütün bütün aktarılmaz şeyler değildir. Bunun da nedeni ölçülü şiirin yapısı az çok bir kural koyar. Ama düzyazı biçimindeki şiirin yapısı hiç bir ortak kural koymaz. Kendi kendisinin koyduğu, bir çeşit kural dışı bir yapıdır bu. İşte bu yapıyı yakalamak, bu biçime yakın bir biçim koyabilmek büyük bir çaba ister. Çünkü bu yaratının alanına girmektir.
Bu çeviride anlam güçlüklerine rastlandıkça çeşitli Rimbaud yorumcularının yorumlarına ve şiirlerin İngilizce çevirilerine başvurulmuştur. Bunların belli başlıları da şunlardır:
Rimbaud, İlluminations / Translated by Louis Varése (A new directions peperbook) / H. de Bouillane de Lacoste: Rimbaud et le probléme des İllumunations (Mercvre de France)
Yorumcuları: Emile Blemont, Pierre Louys, Verlaine, Ernest Delaye, Gorges İzambard, Etimble.
* * *
ARTHUR RİMBAUD
1854
Rimbaud doğar (Chareville). Victar Hugo 50, Baudelaire 33, Mallarme 12, Verlaine 10 yaşında. Rimbaud'nun babası asker olduğu için görevinin büyük bir bölümünü Cezayir'de yapar. Askerlik üstüne birçok yazıları ve Fransızcaya çevirdiği bir Kuran çevirisi vardır. Rimbaud da daha sonra Arapçaya merak edecektir. Annesi bir çiftçi ailesindendir. Sert, haşin bir kadıncağızdır, Rimbaud üzerindeki etkisi büyüktür. Rimbaud altı yaşındayken babası Cezayir'e atanır. Rimbaud babasını bundan sonra bir daha görmez.
1862
Rossat okuluna başlar. Burada on yaşındayken ilk öyküsünü yazar:
Le Soleil était encore chaude . Latinceye, Yunancaya çalışır. Latince şiirler yazar.
1869
Okuldayken Latince şiir armağanını kazanır. Yine bu sıralarda ilk şiirini yazar: Les Etrennes des Orphelins. 1870'de de bir dergide yayımlanır.
1870
Sonradan gerek kişiliği, gerekse şiiri üzerinde büyük etkileri görülecek olan Geoges Izambard onun öğretmeni olur. Günün en önemli dergilerinden biri olan Parnasse Contemporain'e şiirlerini yollar, yayımlanır. 29 Ağustos'ta Paris'in yolunu tutar, ama tren parasını veremediği için tutuklanır. İzambard'a yazar, ondan yardım ister. Yeniden geldiği yere döner. On gün sonra Charleroi'ya, bir gazetede çalışmak üzere yola çıkar, bir sonuç alamayınca yeniden Charleville'e döner.
1871
Charleville'deki kitaplıktan çıkmaz. Sosyalizm, büyücülük, kimya ve açıksaçık hikayelere merak sarar, durmadan onları okur. Bir kez daha Paris'in yolunu tutar, on beş gün kadar kalır, yoksulluk çeker. Baba ocağına yaya döner. Bu sıralarda İzambard'a şiir üstüne en önemli mektuplarından biri olan Lettre du Voyant' ı yazar. Bu mektupta Rimbaud ozana büyük görevler yüklemekte, onu bir peygamber gibi görmektedir. Us düzenini de bu mektubuyla yadsır gibidir. Verlaine'e bir mektup yazarak Başkente gelmek, ora ozanlarıyla tanışmak istediğini söyler, o da onu Paris'e çağırır. Önce Varlaine'in sonra da Banville'in konuğu olur. Kilise duvarlarına Tanrıya Ölüm diye yazar. Paris'te türlü rezaletler çıkarır. Herkesle kavga eder, küfürün bini bir paradır. Paris'e gelirken ünlü Sarhoş Gemi şiiri de cebindedir.
1872
Rimbaud ile Verlaine artık her gün birliktedirler. Quartier Latin'deki kahvelerden çıkmazlar. Verlaine eve uğramaz olur. Oysa sekiz aylık bir çocuğu vardır, karısıyla boğaz boğaza gelir. Birlikte yolculuklara başlarlar. İlkin Arras'a giderler. Durmadan içip, rezaletler çıkarırlar. En önemli şiirlerini bu sıralarda yazar. Her çeşit içkileri dener. Esrar çeker. Illuminations'lara başlama çağıdır bu. Yeniden Paris'e dönerler, oradan Brüksel'e, Ostende'a, daha sonra da Londra'ya giderler. Birçoklarına göre, Illuminations bu sıralarda yazılır. Paraları olmadığı için Rimbaud, Fransızca dersleri vererek geçinir. Rimbaud'nun annesiyle Verlaine'in karısı durmadan mektuplar yazarak onları Fransa'ya dönmeye zorlarlar. Rimbaud, annesinin mektubuna dayanamaz, döner.
1873
Verlaine, Londra'da hastalanır. Annesine mektuplar yazarak Rimbaud'yu Londra'ya çağınr. Rimbaud yeniden Londra'ya döner. Yeniden Londra'daki eski hayatları başlar. Rimbaud yeniden Fransa'ya dönüp bir çiftlik evinde "Cehennemde Bir Mevsim" adlı kitabını yazmaya başlar. Yine Londra. Yine kavgalar. Verlaine Brüksel'e kaçar. Rimbaud arkasını bırakmaz, orada onu bulur. Aynı odada kaldıkları bir gece adamakıllı kavga ederler. Verlaine Rimbaud'ya ateş eder, Rimbaud yaralanır. Verlaine iki yıl hapis cezasına çarptırılır.
1874
Londra'da ders vererek yaşar. İlluminations'ı ycniden gözden geçirir. Germain Nouveau ile arkadaş olur.
1875 - 80
Almanca öğrenmek için Almanya'ya gider. Oradan İtalya'ya geçer. İspanyolcaya, Arapçaya, İtalyancaya çalışır. Alman ordu birliğine yazılır, sekiz yıllık bir anlaşma yapar, ama üç hafta sonra bırakıp Fransa'ya döner. Viyana'ya, Hollanda'ya, Danimarka'ya gider. Sonra Kıbrıs'a, oradan da Harrar'a geçer. Bir acentada çalışır. Daha sonra kendi başına silah ticaretine girişir. Teknik kitaplara merak sarar. Para kazanır.
1881
Bardey ticarethanesiyle bir anlaşma imzalar. Esir ticaretiyle uğraşır. Epeyce para yapar, ailesine gönderir.
1883
Sıkılır, yeni ülkeler, yeni insanlar görmek ister. Ogadine'in bilinmeyen bazı bölgelerini keşfeder. Bu konuda bazı yazılar yazıp bir coğraf ya dergisine gönderir. Bu sıralarda La Vogue dergisinde İlluminations'dan bazı parçalar yayımlanır. Bundan sonra da edebiyatla hiç bir ilgisi kalmaz.
1891
Sağ bacağında ağrılar başlar, günden güne de artar, hastahane hastahane dolaşır. Sonunda Marsilya hastahanesine yatar. Hastalığı daha da artar. Kız kardeşi başından ayrılmaz. 10 Kasım'da kangrenden ölür.
ÖNSÖZ VE HAYATI
Rimbaud çevirisinin Türkçede yarattığı güçlüklerin başında dil geliyor. Rimbaud'nun Illuminations'da kullandığı dili Türkçede yaratmak güçtür. Nedeni de dilimizin, özellikle de öztürkçenin, bu dili karşılayacak kadar işlenmiş olmamasıdır. Rimbaud çok işlenmiş büyük bir dilin bütün olanaklarını kullanıyor. Ayrıca bugünkü dilimiz, Fransız dilindeki gibi, birkaçı bir yana, büyük ozanlarını henüz vermemiştir.
Dilin büylesine yeni olanaklarını denememiş olmamız Rimbaud çevirilerini zorlaştırıyor. İşte bu güçlükler sonucu Rimbaud çevirileri, Türkçede aslındaki o büyük gücü aktaramamakta. Öte yandan, mensur şiir Türkçemizin enine boyuna işlediği bir tür de değildir. Oysa Rimbaud asıl bu tür yapıtlarıyla büyüktür.
Rimbaud bu tür şiirlerinde usu sarsan, allak-bullak eden, kimi yerde de ona karşı çıkan yeni bir dil kullanır. Türkçede bu dili bulmadıkça çeviriler düzyazının alanına kolaylıkla düşer. Belki de bunun için Rimbaud'dan yapılan çeviriler, çoğun koşuk şiirlere yönelmiştir.
Rimbaud çevirisinin yarattığı güçlükler yalnız dilden de gelmiyor.
Dili bilmek yetmiyor: Rimbaud'ya açık olmak da gerekiyor. Bunun için olacak, Rimbaud çevirileri bütün dünyada tartışmalara yol açıyor. Yine bu nedenle pek çok Rimbaud yorumcuları çıkmıştır. Daha çok anlamdan gelen bu güçlük Fransızlar için de çözülmüş bir sorun değildir. Illuminations bu yüzden Fransa'da da, dünyada da azınlığın bir kitabıdır. Öte yandan, bir şiirin çevrilmesi ise önce anlaşılmasıyla sıkı sıkıya bağlı. Ancak anlaşıldıktan sonra çevirinin o kör, belâlı, nankör alanına girilir.
Rimbaud çevirisinin dil, anlam güçlüğünden sonra ortaya koyduğu üçüncü güçlük de yapı güçlüğü. Rimbaud'nun bu kitabındaki biçimler alışılmış yapılar değildir bizim için. Çağdaş şiirimizin yeni yeni açık olduğu yapılardır. Bir dilde böyle yapılar yoksa, çevirmen büyük büyük güçlüklerle karşılaşır. Şiirin aslına yakın bir yapıyı veremezse, şiir şiir olmaktan çıkar. Ölçülü şiirin öğeleri bir dilden bir dile bütün bütün aktarılmaz şeyler değildir. Bunun da nedeni ölçülü şiirin yapısı az çok bir kural koyar. Ama düzyazı biçimindeki şiirin yapısı hiç bir ortak kural koymaz. Kendi kendisinin koyduğu, bir çeşit kural dışı bir yapıdır bu. İşte bu yapıyı yakalamak, bu biçime yakın bir biçim koyabilmek büyük bir çaba ister. Çünkü bu yaratının alanına girmektir.
Bu çeviride anlam güçlüklerine rastlandıkça çeşitli Rimbaud yorumcularının yorumlarına ve şiirlerin İngilizce çevirilerine başvurulmuştur. Bunların belli başlıları da şunlardır:
Rimbaud, İlluminations / Translated by Louis Varése (A new directions peperbook) / H. de Bouillane de Lacoste: Rimbaud et le probléme des İllumunations (Mercvre de France)
Yorumcuları: Emile Blemont, Pierre Louys, Verlaine, Ernest Delaye, Gorges İzambard, Etimble.
* * *
ARTHUR RİMBAUD
1854
Rimbaud doğar (Chareville). Victar Hugo 50, Baudelaire 33, Mallarme 12, Verlaine 10 yaşında. Rimbaud'nun babası asker olduğu için görevinin büyük bir bölümünü Cezayir'de yapar. Askerlik üstüne birçok yazıları ve Fransızcaya çevirdiği bir Kuran çevirisi vardır. Rimbaud da daha sonra Arapçaya merak edecektir. Annesi bir çiftçi ailesindendir. Sert, haşin bir kadıncağızdır, Rimbaud üzerindeki etkisi büyüktür. Rimbaud altı yaşındayken babası Cezayir'e atanır. Rimbaud babasını bundan sonra bir daha görmez.
1862
Rossat okuluna başlar. Burada on yaşındayken ilk öyküsünü yazar:
Le Soleil était encore chaude . Latinceye, Yunancaya çalışır. Latince şiirler yazar.
1869
Okuldayken Latince şiir armağanını kazanır. Yine bu sıralarda ilk şiirini yazar: Les Etrennes des Orphelins. 1870'de de bir dergide yayımlanır.
1870
Sonradan gerek kişiliği, gerekse şiiri üzerinde büyük etkileri görülecek olan Geoges Izambard onun öğretmeni olur. Günün en önemli dergilerinden biri olan Parnasse Contemporain'e şiirlerini yollar, yayımlanır. 29 Ağustos'ta Paris'in yolunu tutar, ama tren parasını veremediği için tutuklanır. İzambard'a yazar, ondan yardım ister. Yeniden geldiği yere döner. On gün sonra Charleroi'ya, bir gazetede çalışmak üzere yola çıkar, bir sonuç alamayınca yeniden Charleville'e döner.
1871
Charleville'deki kitaplıktan çıkmaz. Sosyalizm, büyücülük, kimya ve açıksaçık hikayelere merak sarar, durmadan onları okur. Bir kez daha Paris'in yolunu tutar, on beş gün kadar kalır, yoksulluk çeker. Baba ocağına yaya döner. Bu sıralarda İzambard'a şiir üstüne en önemli mektuplarından biri olan Lettre du Voyant' ı yazar. Bu mektupta Rimbaud ozana büyük görevler yüklemekte, onu bir peygamber gibi görmektedir. Us düzenini de bu mektubuyla yadsır gibidir. Verlaine'e bir mektup yazarak Başkente gelmek, ora ozanlarıyla tanışmak istediğini söyler, o da onu Paris'e çağırır. Önce Varlaine'in sonra da Banville'in konuğu olur. Kilise duvarlarına Tanrıya Ölüm diye yazar. Paris'te türlü rezaletler çıkarır. Herkesle kavga eder, küfürün bini bir paradır. Paris'e gelirken ünlü Sarhoş Gemi şiiri de cebindedir.
1872
Rimbaud ile Verlaine artık her gün birliktedirler. Quartier Latin'deki kahvelerden çıkmazlar. Verlaine eve uğramaz olur. Oysa sekiz aylık bir çocuğu vardır, karısıyla boğaz boğaza gelir. Birlikte yolculuklara başlarlar. İlkin Arras'a giderler. Durmadan içip, rezaletler çıkarırlar. En önemli şiirlerini bu sıralarda yazar. Her çeşit içkileri dener. Esrar çeker. Illuminations'lara başlama çağıdır bu. Yeniden Paris'e dönerler, oradan Brüksel'e, Ostende'a, daha sonra da Londra'ya giderler. Birçoklarına göre, Illuminations bu sıralarda yazılır. Paraları olmadığı için Rimbaud, Fransızca dersleri vererek geçinir. Rimbaud'nun annesiyle Verlaine'in karısı durmadan mektuplar yazarak onları Fransa'ya dönmeye zorlarlar. Rimbaud, annesinin mektubuna dayanamaz, döner.
1873
Verlaine, Londra'da hastalanır. Annesine mektuplar yazarak Rimbaud'yu Londra'ya çağınr. Rimbaud yeniden Londra'ya döner. Yeniden Londra'daki eski hayatları başlar. Rimbaud yeniden Fransa'ya dönüp bir çiftlik evinde "Cehennemde Bir Mevsim" adlı kitabını yazmaya başlar. Yine Londra. Yine kavgalar. Verlaine Brüksel'e kaçar. Rimbaud arkasını bırakmaz, orada onu bulur. Aynı odada kaldıkları bir gece adamakıllı kavga ederler. Verlaine Rimbaud'ya ateş eder, Rimbaud yaralanır. Verlaine iki yıl hapis cezasına çarptırılır.
1874
Londra'da ders vererek yaşar. İlluminations'ı ycniden gözden geçirir. Germain Nouveau ile arkadaş olur.
1875 - 80
Almanca öğrenmek için Almanya'ya gider. Oradan İtalya'ya geçer. İspanyolcaya, Arapçaya, İtalyancaya çalışır. Alman ordu birliğine yazılır, sekiz yıllık bir anlaşma yapar, ama üç hafta sonra bırakıp Fransa'ya döner. Viyana'ya, Hollanda'ya, Danimarka'ya gider. Sonra Kıbrıs'a, oradan da Harrar'a geçer. Bir acentada çalışır. Daha sonra kendi başına silah ticaretine girişir. Teknik kitaplara merak sarar. Para kazanır.
1881
Bardey ticarethanesiyle bir anlaşma imzalar. Esir ticaretiyle uğraşır. Epeyce para yapar, ailesine gönderir.
1883
Sıkılır, yeni ülkeler, yeni insanlar görmek ister. Ogadine'in bilinmeyen bazı bölgelerini keşfeder. Bu konuda bazı yazılar yazıp bir coğraf ya dergisine gönderir. Bu sıralarda La Vogue dergisinde İlluminations'dan bazı parçalar yayımlanır. Bundan sonra da edebiyatla hiç bir ilgisi kalmaz.
1891
Sağ bacağında ağrılar başlar, günden güne de artar, hastahane hastahane dolaşır. Sonunda Marsilya hastahanesine yatar. Hastalığı daha da artar. Kız kardeşi başından ayrılmaz. 10 Kasım'da kangrenden ölür.
Arthur Rimbaud: Bit Kıran Kızlar
Karışır kıpkızıl acılarla çocuğun alnı
Daha cıvıl cıvılken düş arıları yüzünde bozbulanık
Yatağına yaklaşır alımlı ablaları
Zarif parmaklarıyla tırnakları gümüşten
Oturturlar çocuğu pencere kıyısına
Geniş açık pencere gök bir çok çiçeği orda yıkar
Ve çocuğun çiğ yağan kabarık saçlarının arasında
Gezdirirler ince, korkunç, çarpıcı parmaklarını
Dinler şarkısını çocuk o ürkek solukların
Çiğ ve bitki ballarında çiçekler açan
Kesilen sık sık öpüş istekleriyle küçük ıslıkların
Belki de tükrük alışverişinden ağızla dudakların
İşitir çarpışını siyah kirpiklerinin sessizlikler altında
O kokulu kirpiklerin. Ve o tatlı mıknatıslı elleri
Çıt çıt yapar boyuna loş bir umursamazlıkta
Ve o şahane tırnaklar arasında minicik bitleri can verişi...
Ve derken yükselir bardakta bir tembellik şarabı
Rüya gören sayıklayan bir armonikanın sesi
Ve çocuk ta canevinde duyar okşamaların yavaşlamasıyla ayarlı
Ansızın kabaran sonra eriyen tükenen sönsen bir ağlama isteğini
Çeviri: Sezai Karakoç
Daha cıvıl cıvılken düş arıları yüzünde bozbulanık
Yatağına yaklaşır alımlı ablaları
Zarif parmaklarıyla tırnakları gümüşten
Oturturlar çocuğu pencere kıyısına
Geniş açık pencere gök bir çok çiçeği orda yıkar
Ve çocuğun çiğ yağan kabarık saçlarının arasında
Gezdirirler ince, korkunç, çarpıcı parmaklarını
Dinler şarkısını çocuk o ürkek solukların
Çiğ ve bitki ballarında çiçekler açan
Kesilen sık sık öpüş istekleriyle küçük ıslıkların
Belki de tükrük alışverişinden ağızla dudakların
İşitir çarpışını siyah kirpiklerinin sessizlikler altında
O kokulu kirpiklerin. Ve o tatlı mıknatıslı elleri
Çıt çıt yapar boyuna loş bir umursamazlıkta
Ve o şahane tırnaklar arasında minicik bitleri can verişi...
Ve derken yükselir bardakta bir tembellik şarabı
Rüya gören sayıklayan bir armonikanın sesi
Ve çocuk ta canevinde duyar okşamaların yavaşlamasıyla ayarlı
Ansızın kabaran sonra eriyen tükenen sönsen bir ağlama isteğini
Çeviri: Sezai Karakoç
Arthur Rimbaud: Cehennemde Bir Mevsim
Aldanmıyorsam bir zamanlar hayatım,önüne
bütün gönüllerin açıldığı, yoluna bütün şarapların
döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum. Güzelliği - terslik
edecek oldu- iler tutar yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım. Ey büyücüler, size ey
bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına
ne varsa. Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım
üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken
mavzerlerin kabzalarını. Seslendim salgınlara,
boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. Tanrı
bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop
kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak
üzereyim; aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak
geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı. Anlaşıldı ben bir
düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan... atıp
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle
bağışlanmaz günahın."
Ah, canıma yetti arttı - kuzum şeytan, ne olur daha
bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda
kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.
bütün gönüllerin açıldığı, yoluna bütün şarapların
döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum. Güzelliği - terslik
edecek oldu- iler tutar yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım. Ey büyücüler, size ey
bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına
ne varsa. Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım
üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken
mavzerlerin kabzalarını. Seslendim salgınlara,
boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. Tanrı
bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop
kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak
üzereyim; aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak
geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı. Anlaşıldı ben bir
düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan... atıp
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
"Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle
bağışlanmaz günahın."
Ah, canıma yetti arttı - kuzum şeytan, ne olur daha
bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda
kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.
Arthur Rimbaud: ADIEU
Ben! Ben ki kimi sihirbaz, kimi de melek gözüyle bakmıştım kendime, her türlü
aktöreden sıyrılmıştım toprağa geri verildim, aramak ödeviyle
ve o katı gerçeği kucaklamaya! Köylü!
Aldandım mı? Acımak benim için ölümün kız kardeşi mi yoksa?
Yalanla beslendiğim için özür dileyeceğim, artık. Bırakın beni.
Ama bir dost elde mi yok! Nereye tutunmalı?
aktöreden sıyrılmıştım toprağa geri verildim, aramak ödeviyle
ve o katı gerçeği kucaklamaya! Köylü!
Aldandım mı? Acımak benim için ölümün kız kardeşi mi yoksa?
Yalanla beslendiğim için özür dileyeceğim, artık. Bırakın beni.
Ama bir dost elde mi yok! Nereye tutunmalı?
Antonin Artaud: ''Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği''den
Van Gogh’un akıl sağlığından söz edilebilir, o ki, hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka da bir kez sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir, her gün, yeşil salçada pişirilmiş vajina ya da ana rahminden çıktığında toplanmış kırbaçlanıp azdırılan yeni doğmuş bebek organı yenilen bir dünyada.
Ve bu bir imge değildir ama bütün yeryüzü boyunca sık sık ve güncel olarak tekrarlanan ve desteklenen bir olgudur.
Böylelikle, bu açıklama ne kadar çılgınca görünürse görünsün, şimdiki hayat eski adilik, anarşi, düzensizlik, sayıklama, bozukluk, kronik delilik, burjuva durgunluk, ruhsal çarpıklık (çünkü insan değil de dünya bir anormal olmuştur), istenmiş namussuzluk ve çarpıcı yalancı sofuluk, soylu her şeyin pis aşağılanması, bütünüyle, ilkel bir haksızlığın gerçekleşmesi üstüne kurulu bir düzenin talebi, sonunda örgütlü cinayet atmosferi içinde kendini korumaktadır.
Her şey kötüye gitmektedir çünkü hasta bilincin şu saatte hastalığından çıkmamakta büyük yararı vardır.
Ve böylece, çürümüş toplum, kahinlik yeteneklerinden rahatsız olduğu kimi üstün açıkgörürlüklerin araştırmalarından kendini sakınmak için psikiyatriyi keşfetmiştir.
Gérard de Nerval deli değildi ama öyle olmakla suçlandı, yapmaya hazırlandığı kimi önemli açıklamaları değersiz kılmak için,
ve suçlanmaktan başka, bir de kafasına vuruldu, bir gece kafasına fiziksel olarak vuruldu, açıklayacağı korkunç olayların belleğini kaybetmesi için, ve onlar, bu darbenin etkisiyle, onda doğaüstü düzleme geçtiler, çünkü onun bilincine karşı gizlice birleşmiş bütün toplum, o anda onların gerçekliğini unutturacak kadar güçlü oldu.
Hayır, van Gogh deli değildi, ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları, o çağda ortalığı kasıp kavuran diğer resimlerin yanında, ikinci imparatorluk burjuvazisinin ve III. Napoléon’unkilerin olduğu kadar Thiers’in, Gambetta’nın, Felix Faure’un polislerinin kurtçuk konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.
Çünkü van Gogh’un resmi, törelerin belirli bir konformizmine değil, kurumlarınkine saldırır. Ve dış doğa bile, mevsimleriyle, gel gitleriyle ve gün tün eşitliği fırtınalarıyla, van Gogh’un yeryüzünden geçişinden sonra, aynı evrensel çekimi koruyamaz.
Dahası, toplumsal düzlemde, kurumlar parçalanmaktadırlar ve tıp da işe yaramaz ve havayla bozulmuş ceset şekline bürünür, o ki van Gogh’un deli olduğunu açıklamıştır.
Çalışan van Gogh’un açık görürlüğü karşısında, psikiyatri artık sadece kendilerinin de takıntıları olan ve kendileri de eziyet gören goriller sığınağıdır, onlar ki insan korkusunun ve boğulmasının en feci durumlarını dindirmek için sadece gülünç bir terminolojiye sahiptirler,
bozuk beyinlerinin layık ürünü olan.
Gerçekten, bit tek psikiyatr bile yoktur ki tanınmış bir sapkın olmasın.
Ve psikiyatrların kökleşmiş sapkınlığı kuralının hiçbir istisnayı kabul edebileceğini sanmıyorum.
Ben bir tanesini tanıyorum, isyan etmişti birkaç yıl önce, içinde bulunduğu yüce reziller ve patentli düzenbazlar grubunun bütününü toplu halde böyle suçladığımı görmek düşüncesine.
Ben, bay Artaud, dedi bana, bir sapkın değilim, ve hadi bakalım size meydan okuyorum, suçlamanızı yöneltmek için dayandığınız unsurlardan bir tekini bana gösterin, görelim.
Unsur olarak sizi göstermem yeter, doktor L.*, pis suratınızda izini taşımaktasınız, iğrenç adi yaratık.
O, cinsel avını dilinin altına sokup onu sonra badem olarak döndürenin – belirli bir şekilde incir yapmak için – çapa suratıdır.
Bunun adı, dünyalığını korumak ve kendi maydanozunu seçmektir.
Eğer cinsel birleşmede, bildiğiniz belirli bir şekilde, gırtlak deliğinden gurk gurk etmeye, ve aynı anda boğazdan, yemek borusundan, sidik yolundan ve anus’tan guruldamaya erişemediyseniz,
tatmin olmuş sayamazsınız kendinizi.
Ve iç organik sıçrayışınızda almış olduğunuz bir kıvrım vardır, cisimleşmiş tanığı mide bulandırıcı bir fuhuş'un, onu ki beslemektesiniz, yıldan yıla, gitgide daha fazla, çünkü toplumsal olarak kanunun hükmüne girmez, ama başka bir kanunun hükmüne girer ki orda bütün incitilmiş bilinç acı çekmektedir, çünkü siz böyle davranarak onun soluk almasını engellemektesiniz.
Çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken.
Ve işte zavallı van Gogh’un iffetli olduğu düzlem budur, bir meleğin ya da bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır kışkırtan ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın.
Belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,
van Gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir.
Ve ben katolik günaha inanmıyorum,
ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dahileri,
tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,
ya da o zaman sahici deli değildiler.
Ve nedir sahici bir deli?
İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.
Böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.
Çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da.
Ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir.
Kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı toplu büyüleme hareketleri vardır.
Böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik oluş bilinç sorgulanır ve kendini sorgular, yargısını da duyurur.
Onun kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendinden çıkartıldığı olabilir.
Böylece, Baudelaire, Edgar Poe, Gérard de Nerval, Nietzsche, Kierkegaard, Hölderlin, Coleridge ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,
ve van Gogh’la ilgili de olmuştur.
Bu gündüz de meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir.
Böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan solukalışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye.
Böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açık görür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış.
Bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı şapkayla geceleri dolaşmakta sayıklama yoktur; çünkü nasıl yapacaktı zavallı van Gogh, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu Roger Blin’in, haklı olarak belirttiği gibi.
Pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır,
kesilmiş kulak, dolaysız mantık,
ve, tekrarlıyorum, kötü niyetini amacına ulaştırmak için
gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya
bu noktada
çenesini kapamak düşer.
Ve bu bir imge değildir ama bütün yeryüzü boyunca sık sık ve güncel olarak tekrarlanan ve desteklenen bir olgudur.
Böylelikle, bu açıklama ne kadar çılgınca görünürse görünsün, şimdiki hayat eski adilik, anarşi, düzensizlik, sayıklama, bozukluk, kronik delilik, burjuva durgunluk, ruhsal çarpıklık (çünkü insan değil de dünya bir anormal olmuştur), istenmiş namussuzluk ve çarpıcı yalancı sofuluk, soylu her şeyin pis aşağılanması, bütünüyle, ilkel bir haksızlığın gerçekleşmesi üstüne kurulu bir düzenin talebi, sonunda örgütlü cinayet atmosferi içinde kendini korumaktadır.
Her şey kötüye gitmektedir çünkü hasta bilincin şu saatte hastalığından çıkmamakta büyük yararı vardır.
Ve böylece, çürümüş toplum, kahinlik yeteneklerinden rahatsız olduğu kimi üstün açıkgörürlüklerin araştırmalarından kendini sakınmak için psikiyatriyi keşfetmiştir.
Gérard de Nerval deli değildi ama öyle olmakla suçlandı, yapmaya hazırlandığı kimi önemli açıklamaları değersiz kılmak için,
ve suçlanmaktan başka, bir de kafasına vuruldu, bir gece kafasına fiziksel olarak vuruldu, açıklayacağı korkunç olayların belleğini kaybetmesi için, ve onlar, bu darbenin etkisiyle, onda doğaüstü düzleme geçtiler, çünkü onun bilincine karşı gizlice birleşmiş bütün toplum, o anda onların gerçekliğini unutturacak kadar güçlü oldu.
Hayır, van Gogh deli değildi, ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları, o çağda ortalığı kasıp kavuran diğer resimlerin yanında, ikinci imparatorluk burjuvazisinin ve III. Napoléon’unkilerin olduğu kadar Thiers’in, Gambetta’nın, Felix Faure’un polislerinin kurtçuk konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.
Çünkü van Gogh’un resmi, törelerin belirli bir konformizmine değil, kurumlarınkine saldırır. Ve dış doğa bile, mevsimleriyle, gel gitleriyle ve gün tün eşitliği fırtınalarıyla, van Gogh’un yeryüzünden geçişinden sonra, aynı evrensel çekimi koruyamaz.
Dahası, toplumsal düzlemde, kurumlar parçalanmaktadırlar ve tıp da işe yaramaz ve havayla bozulmuş ceset şekline bürünür, o ki van Gogh’un deli olduğunu açıklamıştır.
Çalışan van Gogh’un açık görürlüğü karşısında, psikiyatri artık sadece kendilerinin de takıntıları olan ve kendileri de eziyet gören goriller sığınağıdır, onlar ki insan korkusunun ve boğulmasının en feci durumlarını dindirmek için sadece gülünç bir terminolojiye sahiptirler,
bozuk beyinlerinin layık ürünü olan.
Gerçekten, bit tek psikiyatr bile yoktur ki tanınmış bir sapkın olmasın.
Ve psikiyatrların kökleşmiş sapkınlığı kuralının hiçbir istisnayı kabul edebileceğini sanmıyorum.
Ben bir tanesini tanıyorum, isyan etmişti birkaç yıl önce, içinde bulunduğu yüce reziller ve patentli düzenbazlar grubunun bütününü toplu halde böyle suçladığımı görmek düşüncesine.
Ben, bay Artaud, dedi bana, bir sapkın değilim, ve hadi bakalım size meydan okuyorum, suçlamanızı yöneltmek için dayandığınız unsurlardan bir tekini bana gösterin, görelim.
Unsur olarak sizi göstermem yeter, doktor L.*, pis suratınızda izini taşımaktasınız, iğrenç adi yaratık.
O, cinsel avını dilinin altına sokup onu sonra badem olarak döndürenin – belirli bir şekilde incir yapmak için – çapa suratıdır.
Bunun adı, dünyalığını korumak ve kendi maydanozunu seçmektir.
Eğer cinsel birleşmede, bildiğiniz belirli bir şekilde, gırtlak deliğinden gurk gurk etmeye, ve aynı anda boğazdan, yemek borusundan, sidik yolundan ve anus’tan guruldamaya erişemediyseniz,
tatmin olmuş sayamazsınız kendinizi.
Ve iç organik sıçrayışınızda almış olduğunuz bir kıvrım vardır, cisimleşmiş tanığı mide bulandırıcı bir fuhuş'un, onu ki beslemektesiniz, yıldan yıla, gitgide daha fazla, çünkü toplumsal olarak kanunun hükmüne girmez, ama başka bir kanunun hükmüne girer ki orda bütün incitilmiş bilinç acı çekmektedir, çünkü siz böyle davranarak onun soluk almasını engellemektesiniz.
Çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken.
Ve işte zavallı van Gogh’un iffetli olduğu düzlem budur, bir meleğin ya da bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır kışkırtan ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın.
Belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,
van Gogh’un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir.
Ve ben katolik günaha inanmıyorum,
ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dahileri,
tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,
ya da o zaman sahici deli değildiler.
Ve nedir sahici bir deli?
İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.
Böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.
Çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da.
Ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir.
Kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı toplu büyüleme hareketleri vardır.
Böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik oluş bilinç sorgulanır ve kendini sorgular, yargısını da duyurur.
Onun kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendinden çıkartıldığı olabilir.
Böylece, Baudelaire, Edgar Poe, Gérard de Nerval, Nietzsche, Kierkegaard, Hölderlin, Coleridge ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,
ve van Gogh’la ilgili de olmuştur.
Bu gündüz de meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir.
Böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan solukalışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye.
Böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açık görür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış.
Bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı şapkayla geceleri dolaşmakta sayıklama yoktur; çünkü nasıl yapacaktı zavallı van Gogh, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu Roger Blin’in, haklı olarak belirttiği gibi.
Pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır,
kesilmiş kulak, dolaysız mantık,
ve, tekrarlıyorum, kötü niyetini amacına ulaştırmak için
gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya
bu noktada
çenesini kapamak düşer.
Antonin Artaud: İntihar Üstüne
Kendimi öldürmeden önce bana varoluştan yana güven verilmesini isterim, kuşku duymamak isterim.
Yaşam, benim gözümde, olguların belirginliğini ve akılda uyumlu biçimde birleşmelerini onaylamaktan öte bir şey değil. Ben, olguların toplanıp birleştiği zorunlu bir buluşma noktası gibi duymuyorum kendimi artık; şifalı ölüm, doğadan ayırarak iyileştiriyor bizi; ama ya ben, olgulara yol vermeyen acıların ürünüysem?
Ben kendimi öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi, varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca. İntiharla kendi tasarımı yeniden doğaya uyguluyorum, ilk kez kendi irademle biçimlendiriyorum her şeyi. Bana uygun olmayan organlarımın koşullandırmasından kendimi kurtarıyorum; ve yaşam, bana düşünmem için verileni düşündüğüm saçma bir talih oyunu olmaktan çıkıyor.
Yani kendim seçiyorum düşüncemi, ve güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeklerimin yönünü. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasına yerleşiyorum. Askıda bırakıyorum kendimi; hiçbir yana eğilim göstermeden, yansız; iyilerin ve kötülerin kışkırtmalarının kurduğu dengenin kurbanıyım.
Çünkü yaşamın kendisi, bir çözüm değil; yaşam, seçilmiş, benimsenmiş, belirlenmiş hiçbir varoluş türüne sahip değil. Yaşam yalnızca, istekler ve olumsuz güçler dizisidir, tiksindirici bir rastlantıya bağlı koşullara göre amacına ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan küçük karşıtlıklar dizisidir. Kötülük, her insana, eşit ölçüde verilmemiştir, deha da öyle, delilik de. Kötülük gibi , iyilik de, koşulların ve etkisini kimisinde çok kimisinde az gösteren bir mayanın ürünüdür.
Yaratılmak ve yaşamak ve değiştirilemeyecek biçimde belirlenmiş varlığının en akla gelmez dallarına, en küçük ayrıntılarına dek kendini hissetmek, kesinlikle aşağılık bir durumdur. Aslında biz ağaçtan başka bir şey değiliz ve olasıdır ki, benim soyumun ağacının bilmem hangi boğumunda, belirlenmiş bir günde kendimi öldüreceğim yazılıdır.
İntihar özgürlüğü kavramı da, kesilmiş bir ağaç gibi düşüyor. İntiharımın ne zamanını, ne yerini, ne de koşullarını ben yarattım. Onun kavramını bulan da ben değilim, koparılmayı duyabilecek miyim?
Belki o anda varlığım parçalanıp dağılır; ama ya bütünlüğünü korursa, sakatlanmış organlarım nasıl işleyecek, varlığı olanaksız hangi organlarımla gözlemleyeceğim bu kopmayı? Ölümü, bir sel gibi duyuyorum üzerimde; gücünü bilemeyeceğim, apansız sıçrayan bir yıldırım gibi. Tatlarla ve dolanıp duran labirentlerle yüklü duyuyorum ölümü. Bunun neresinde benim varlığımın düşüncesi?
Bu Tanrı, beni, istediği gibi kullandı, saçma biçimde; beni canlı kıldı, yadsımaların yokluğunda, benim atak yadsımalarımın yokluğunda, düşünülen yaşamın, duyulan yaşamın en küçük kıpırtılarını bile yok etti bende. Yürüyen bir robot durumuna indirgedi beni; ama öyle bir robot ki, bilinçsizliğinin kırıldığını duyumsuyordu.
Ve işte ben, yaşamakta olduğumu göstermek istedim, şeylerin çınlayan gerçekliğiyle birleştirmek kendimi, yazgımı parçalamak istedim.
Tanrı ne dedi buna?
Yaşamı hissetmiyordum; değer yargılarıyla ilgili her kavramın dolaşımı, bende, kurumuş bir ırmaktı. Yaşam, bir nesne, bir biçim değildi bende; bir dizi mantık yürütmeydi yalnızca.
Ama boşuna işleyen, bir yere ulaştırmayan mantık yürütmelerdi bunlar ve bende, irademin kesinleştiremediği "taslaklar" biçiminde kalıyorlardı.
Buradan intihar durumuna geçmem için de benliğimin bana geri dönmesini beklemeliyim, varlığımın tüm eklemlerini özgürce oynatabilmeliyim. Tanrı beni, umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan çıkmazlar burcunun ortasına bıraktı.
Ben artık ne ölebiliyorum, ne yaşayabiliyorum, ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi.
Yaşam, benim gözümde, olguların belirginliğini ve akılda uyumlu biçimde birleşmelerini onaylamaktan öte bir şey değil. Ben, olguların toplanıp birleştiği zorunlu bir buluşma noktası gibi duymuyorum kendimi artık; şifalı ölüm, doğadan ayırarak iyileştiriyor bizi; ama ya ben, olgulara yol vermeyen acıların ürünüysem?
Ben kendimi öldürürsem bu, kendimi yıkmam için değil, ama kendimi yeniden oluşturmam için olacak; intihar, benim için, kendimi zorlu bir uğraşla yeniden ele geçirmemi, varlığımın içine baskın yapıp girmemi, belli belirsiz ilerleyen tanrıdan önce davranmamı sağlayacak bir araçtır yalnızca. İntiharla kendi tasarımı yeniden doğaya uyguluyorum, ilk kez kendi irademle biçimlendiriyorum her şeyi. Bana uygun olmayan organlarımın koşullandırmasından kendimi kurtarıyorum; ve yaşam, bana düşünmem için verileni düşündüğüm saçma bir talih oyunu olmaktan çıkıyor.
Yani kendim seçiyorum düşüncemi, ve güçlerimin, eğilimlerimin, gerçeklerimin yönünü. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün arasına yerleşiyorum. Askıda bırakıyorum kendimi; hiçbir yana eğilim göstermeden, yansız; iyilerin ve kötülerin kışkırtmalarının kurduğu dengenin kurbanıyım.
Çünkü yaşamın kendisi, bir çözüm değil; yaşam, seçilmiş, benimsenmiş, belirlenmiş hiçbir varoluş türüne sahip değil. Yaşam yalnızca, istekler ve olumsuz güçler dizisidir, tiksindirici bir rastlantıya bağlı koşullara göre amacına ulaşan ya da başarısızlığa uğrayan küçük karşıtlıklar dizisidir. Kötülük, her insana, eşit ölçüde verilmemiştir, deha da öyle, delilik de. Kötülük gibi , iyilik de, koşulların ve etkisini kimisinde çok kimisinde az gösteren bir mayanın ürünüdür.
Yaratılmak ve yaşamak ve değiştirilemeyecek biçimde belirlenmiş varlığının en akla gelmez dallarına, en küçük ayrıntılarına dek kendini hissetmek, kesinlikle aşağılık bir durumdur. Aslında biz ağaçtan başka bir şey değiliz ve olasıdır ki, benim soyumun ağacının bilmem hangi boğumunda, belirlenmiş bir günde kendimi öldüreceğim yazılıdır.
İntihar özgürlüğü kavramı da, kesilmiş bir ağaç gibi düşüyor. İntiharımın ne zamanını, ne yerini, ne de koşullarını ben yarattım. Onun kavramını bulan da ben değilim, koparılmayı duyabilecek miyim?
Belki o anda varlığım parçalanıp dağılır; ama ya bütünlüğünü korursa, sakatlanmış organlarım nasıl işleyecek, varlığı olanaksız hangi organlarımla gözlemleyeceğim bu kopmayı? Ölümü, bir sel gibi duyuyorum üzerimde; gücünü bilemeyeceğim, apansız sıçrayan bir yıldırım gibi. Tatlarla ve dolanıp duran labirentlerle yüklü duyuyorum ölümü. Bunun neresinde benim varlığımın düşüncesi?
Bu Tanrı, beni, istediği gibi kullandı, saçma biçimde; beni canlı kıldı, yadsımaların yokluğunda, benim atak yadsımalarımın yokluğunda, düşünülen yaşamın, duyulan yaşamın en küçük kıpırtılarını bile yok etti bende. Yürüyen bir robot durumuna indirgedi beni; ama öyle bir robot ki, bilinçsizliğinin kırıldığını duyumsuyordu.
Ve işte ben, yaşamakta olduğumu göstermek istedim, şeylerin çınlayan gerçekliğiyle birleştirmek kendimi, yazgımı parçalamak istedim.
Tanrı ne dedi buna?
Yaşamı hissetmiyordum; değer yargılarıyla ilgili her kavramın dolaşımı, bende, kurumuş bir ırmaktı. Yaşam, bir nesne, bir biçim değildi bende; bir dizi mantık yürütmeydi yalnızca.
Ama boşuna işleyen, bir yere ulaştırmayan mantık yürütmelerdi bunlar ve bende, irademin kesinleştiremediği "taslaklar" biçiminde kalıyorlardı.
Buradan intihar durumuna geçmem için de benliğimin bana geri dönmesini beklemeliyim, varlığımın tüm eklemlerini özgürce oynatabilmeliyim. Tanrı beni, umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan çıkmazlar burcunun ortasına bıraktı.
Ben artık ne ölebiliyorum, ne yaşayabiliyorum, ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi.
Antonin Artaud: Afyon Savunması
Sayın Yasamacı Beyefendi,
Temmuz 1917 kararnamesiyle süslenen 1916 yasasını çıkartan beyefendi, sen bir salaksın.
Çıkardığın yasa ulusun uyuşturucu bağımlılığı oranında bir azalma yaratmaksızın, sadece eczacılığa dünya çapında zarar vermeye yaradı, çünkü:
1. İhtiyacını eczaneden temin eden bağımlı sayısı çok azdır;
2. Gerçek bağımlılar ihtiyaçlarını eczaneden temin etmezler;
3. İhtiyaçlarını eczaneden temin eden bağımlıların hepsi hastadır;
4. Gönüllü bağımlılara göre hasta bağımlıların sayısı çok daha düşüktür;
5. Eczanelerden uyuşturucu alımının kısıtlanması asla gönüllü ve örgütlenmiş bağımlılara engel olmayacaktır;
6. Her zaman uyuşturucu kaçakçıları olacaktır;
7. Her zaman davranış bozukluğundan, tutkuyla bağımlı durumunda olan kişiler olacaktır;
8. Hasta bağımlıların toplum içinde zamanaşımına uğramayacak bir hakları vardır, bu da rahat bırakılma hakkıdır.
Bu her şeyden önce bir vicdan sorunudur. Uyuşturuculara ilişkin yasa, insanların acısına sahip olma hakkını kamu sağlığının zorba-müfettişlerinin eline düşürdü; çağdaş tıbbın kendi görevlerini her bireyin vicdanına zorla kabul ettirmeye çalışması tuhaf bir çaba. Resmi yasanın tüm melemeleri bu vicdan olgusu karşısında etki gücünden yoksundur: şu da bilinmelidir ki, ölümden bile daha fazla acımın efendisiyim ben. Her insan fiziksel acının ya da açıkyüreklilikle katlanabileceği düşünsel boşluğun oranı konusunda yargıç, hatta tek yargıçtır.
Bilincin açık olması halinde de, kapalı olması halinde de, hiçbir hastalığın elimden alamayacağı bir bilinç vardır, fiziksel yaşantımı bana duyumsatan bilinçtir bu. Eğer bilincimi yitirdiysem, tıbbın yapacağı tek bir şey vardır, o da bu bilinci yeniden elde etmemi sağlayacak maddeleri bana vermektir.
Fransa Eczacılık Okulu Diktatörü Beyefendiler,
sizler huysuz ukalalarsınız: öncelikle göz önünde bulundurmanız gereken bir şey vardı; ruhunu yitirmiş olmanın acısını tatmış olanların ruhsal yaşantıya dahil olmalarını sağlayacak, zamana direnen eşsiz madde afyondur.
Afyonun kesin olarak etki ettiği bir hastalık vardır ve bu hastalığın adı düşünsel, tıbbi, fizyolojik, mantıksal ya da ilaçlara ilişkin biçimiyle, her nasıl isterseniz, İçsıkıntısıdır.
İçsıkıntısı delirtir.
İçsıkıntısı intihar ettirir.
İçsıkıntısı lanetler.
İçsıkıntısını tıp bilmez.
İçsıkıntısını doktorunuz duymamıştır.
İçsıkıntısı yaşamı yaralar.
İçsıkıntısı yaşamın göbek kordonunu düğümler.
Haktan hukuktan uzak yasanızla benim içsıkıntımı, cehennemin tüm pusula iğneleri kadar ince bir içsıkıntısını en ufak bir güven duymadığım insanların, tıbbi salakların, gübre eczacılarının, adaletsiz yargıçların, doktorların, ebelerin, tıp müfettişlerinin eline bıraktınız.
Bedende ya da ruhta meydana gelen sarsıntılar, insan elinden çıkma hiçbir sismograf yok ki benim acımı tinimin yıldırımlar saçan acısı kadar kesin biçimde hesaplasın.
İnsanların hiçbir rastlantısal bilimi benim kendi varlığıma ilişkin sahip olabileceğim kesin bilgiden daha üstün değildir. Bende olan ne varsa hepsinin tek yargıcı benim. Ambarlarınıza dönün tıbbi kokuşmuşluklar, ve sen de, Sayın Bay Yasamacı Koyun, senin saçmalamanın nedeni insan sevgisi değil, bunu gerizekâlılık geleneğinden yapıyorsun. Bir insanın ne olduğu konusundaki cehaletin, yalnızca insanı sınırlayarak gösterdiğin aptallıkla eşdeğer tutulabilir. Umarım çıkardığın yasa dönüp dolaşıp babanın, ananın, karının, çocuklarının ve bütün torunlarının başına dert olur. Şimdi yut bakalım yasanı.
GENEL GÜVENLİK
AFYONUN ORTADAN KALDIRILMASI
Sonsuza dek rahat bırakılmamız için uyuşturucunun sözümona tehlikeleriyle ilgili sorunu didik didik etmek istiyorum gizli saklı bir şey bırakmadan. Benim bakış açım toplum karşıtıdır açıkça. Afyona saldırıda yalnızca bir neden vardır. Bu neden, afyon kullanımının toplum bütünlüğünü tehlikeye sokma tehlikesidir.
Oysa bu tehlike yanlıştır.
Ruhta ve bedende çürümüş olarak doğduk, anadan doğma uyumsuzuz; afyonu yok ederek suç işleme gereksinimini, beden ve ruh kanserlerini, umutsuzluğa eğilimi, doğuştan alıklığı, kalıtımsal frengiyi, içgüdülerin ezilgenliğini ortadan kaldırmayacaksınız; herhangi bir zehre, morfin zehrine, okuma zehrine, inziva zehrine, otuzbir zehrine, sürekli düzüşme zehrine, ruhun köksüz zayıflığının zehrine, alkol zehrine, tütün zehrine, toplum karşıtlığı zehrine güdümlü ruhların varolmasını engellemeyeceksiniz. Toplumun geri kalanı için iyileşmez ve yitik ruhlar vardır.
Onların çıldırmalarına yol açan bir yolu ortadan kaldırın, on bin tane başka yol yaratacaklardır. Daha etkili, daha şiddetli yollar, kesinlikle umutsuz yollar bulacaklardır. Doğanın kendisi de ruhen toplum karşıtıdır, yalnızca örgütlenmiş toplumsal birlik, güçlerin zorbalığıyla insanoğlunun doğal eğilimine karşı hareket eder.
Bırakalım yitikler yitsinler, olanaksız, üstelik gereksiz, çekilmez ve zararlı bir yenilemeyle uğraşmaktan daha iyi değerlendirebiliriz zamanımızı.
İnsan umutsuzluğunun nedenlerinden hiçbirini ortadan kaldırmadığımız sürece, insanın kendisini umutsuzluktan kurtarmak için kullandığı yolları yok etmeye hakkımız olmayacaktır.
Çünkü öncelikle bu doğal ve saklı itkiyi, insanın kendisini bir yol bulmaya iten, hastalıklarından kurtulmanın yollarını arama fikrini ona kazandıran bu yanıltıcı eğilimini ortadan kaldırmak gerekirdi.
Ayrıca, yitikler doğaları gereği yitiktirler, hiçbir ahlaksal yenilenme düşüncesi bunu değiştiremez, yaratılıştan bir gereklilik söz konusudur, intiharın, suçun, aptallığın, deliliğin tartışılmaz bir onulmazlığı söz konusudur; insanın başa çıkamayacağı bir ihanet söz konusudur, bir karakter ezilgenliği söz konusudur, tinin iğdiş edilmesi söz konusudur.
Söz yitimi varlığını sürdürür, omur iliği hastalıkları, frengili menenjit, hırsızlık, zorbalık varlığını sürdürür.
Cehennem şimdiden bu dünyanın ve zavallı cehennem kaçkını insanların içindedir, kaçışlarına bitimsizce yeniden başlamaya güdümlü kaçkınların içinde. Bu konuda bu kadar yeter.
İnsan sefildir, ruh zayıftır, her zaman yolunu kaybedecek insanlar vardır. Yollarını nasıl kaybettikleri önemli değildir; bu toplumu ilgilendirmez.
Yenilemenin bu konuda hiçbir şey yapamayacağını açık açık gösterdik, öyle değil mi, zaman kaybeder, dolayısıyla artık aptallığını derinleştirmede diretmeyeceğini gösterdik.
Sonuç olarak zararlıdır.
Gerçeğe doğrudan bakmaya cesareti olanlar tarafından, Amerika Birleşik Devletleri’nde alkolün yasaklanmasının sonuçları bilinir, öyle değil mi?
Deliliğin bir üst-üretimi: eter rejiminde bira, el altından satılan kokainle dolu alkol, katlanan esriklik, bir tür genel esriklik. Kısaca, yasak meyve yasası.
Afyon için de aynı şey geçerli.
Uyuşturucuya duyulan merakı arttıran yasak bugüne dek tıbbın, gazetelerin, edebiyatın pezevenklerine yaradı yalnızca. Uyuşturucu lanetlilerinin oluşturduğu savunmasız ve aşağı mezhebe karşı (savunmasızlar çünkü aşağı sınıftan onlar ve çünkü her zaman bir istisna söz konusu), o tin, ruh, hastalık lanetlilerine gösterdikleri sözümona kızgınlık üstünden kendilerine ustalıkla boktan ünler sağlamış insanlar var.
Ah onların ahlaksal göbek kordonları nasıl da iyi düğümlenmiştir. Analarından doğduktan sonra, hiç günah işlememişlerdir, öyle değil mi? Onlar havaridirler, yol göstericilerin soyundan gelirler; sadece öfkelerini nereye harcadıklarını, özellikle bunun için ne kadar para aldıklarını ve her şekilde bunun onlara neler sağladığını sorabilir insan kendine. Öte yandan asıl sorun bu değildir.
Gerçekte, zehirlere karşı gösterilen bu aşırı öfke ve birbirini izleyen aptal yasalar:
1. Zehir ihtiyacına karşı etkisizdirler, bu ihtiyaç giderilse de giderilmese de ruhta doğuştan varolur ve ruhu kesin biçimde toplum karşıtı hareketlere sürükler, hatta zehir varolmasa bile.
2. Toplumun zehir ihtiyacını arttırır, ve onu gizlenen bir kötülüğe dönüştürür.
3. Gerçek hastalığa zarar verir, çünkü asıl sorun, hayati düğüm, tehlikeli nokta buradadır:
Tıp için ne yazık ki hastalık varlığını sürdürmektedir.
Bağımlılara karşı olan tüm yasalar, tüm kısıtlamalar, tüm kampanyalar, toplumsal durum içinde zaman aşımına uğramayacak haklara sahip, insanlık acısının yarattığı bütün yoksunların elinden hastalıklarının ilacını, onlar için ekmekten de değerli olan bir besini, sonuç olarak yaşama yeniden dahil olmalarını sağlayacak aracı almaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Morfin yerine veba, diye uluyor resmi tıp, yaşam yerine cehennem. Hastaların hastalıkları içinde yatırılıp bekletilmeleri gerektiğini ileri sürecek J.-P. Liausu (kendisi ayrıca cahil bir cücedir) türünden gerizekalılar vardır yalnızca.
Bir yandan da bu mühim kişinin tüm ukalalığı burada kendini gösterir ve bütünüyle serbest davranır: genel iyilik adına, diye ileri sürer.
İntihar edin umutsuzlar, ve siz, bedenen ve ruhen işkenceye uğramış olanlar, bütün umudunuzu yitirin. Bu dünyada sizi rahatlatacak bir şey yok artık. Dünya sizin ölü kemiklerinizle yaşıyor.
Size gelince, açık bilinçli, tabesli, kanserli, kronik menenjitli deliler, siz anlaşılmadınız. Sizde öyle bir nokta var ki hiçbir doktor asla onu kavramayacak ve bana göre o nokta sizi kurtarıyor, sizi yüce, arı, mükemmel kılıyor: siz yaşamın dışındasınız, yaşamın üstündesiniz, sıradan insanın tanımadığı hastalıklarınız var, ortalama düzeyi aşıyorsunuz ve bu yüzden insanlar size diş biliyor, onların rahatlarını zehirliyorsunuz, onların düzenlerini altüst ediyorsunuz. Özünde bilinen hiçbir duruma uyum sağlayamamanızın yattığı, sözcüklerle anlatılamayacak, önüne geçilmez acılarınız var.
Tekrarlanan ve sabit durmayan acılarınız var, çözünmez acılar, düşüncenin dışında kalan acılar, ne bedenden ne de ruhtan kaynaklanan, ama ikisinden birden doğan acılar. Ben de hastalıklarınızı paylaşıyorum ve soruyorum sizlere: kim yatıştırıcının miktarını belirlemeye cüret edebilir? Hangi üst düzey aydınlık adına? Ruhlar bizim, biz bilginin ve aydınlığın kendisinin kökünde duruyoruz.
Bunu da ayak dirememize, acı çekmekte diretmemize borçluyuz. Acı bizlere tutunacağımız huzur dolu bir yerin arayışıyla, ötekilerin iyilik içinde aradıkları düzenin kötülük içindeki arayışıyla, ruhumuz içinde yolculuklar yaptırıyor. Biz deli değiliz, biz harika hekimleriz, ruhun, duyarlılığın, özün, düşüncenin dozajını biliyoruz. Rahat bırakılmamız gerekiyor, hastaların rahat bırakılmaları gerek, insanlardan hiçbir şey istemiyoruz, onlardan yalnızca hastalığımıza iyi gelen şeyleri istiyoruz. Biz yaşamımızı gayet iyi hesapladık, yaşamımızın ötekiler karşısında, özellikle de kendimize karşı kısıtlamalar getirdiğini biliyoruz.
Hastalığımızın bize her gün zorunlu kıldığı kabul edilmiş ölgünlüğün, kendimizden el etek çekmenin, incelikler konusunda felce uğramanın ne demek olduğunu biliyoruz. Hemen intihar etmeyeceğiz. Bizi rahat bırakmanızı bekliyoruz.
1 Ocak 1925
Çeviren: Orçun Türkay
Kaynak: kitaplık, Sayı:64 Eylül 2003
Temmuz 1917 kararnamesiyle süslenen 1916 yasasını çıkartan beyefendi, sen bir salaksın.
Çıkardığın yasa ulusun uyuşturucu bağımlılığı oranında bir azalma yaratmaksızın, sadece eczacılığa dünya çapında zarar vermeye yaradı, çünkü:
1. İhtiyacını eczaneden temin eden bağımlı sayısı çok azdır;
2. Gerçek bağımlılar ihtiyaçlarını eczaneden temin etmezler;
3. İhtiyaçlarını eczaneden temin eden bağımlıların hepsi hastadır;
4. Gönüllü bağımlılara göre hasta bağımlıların sayısı çok daha düşüktür;
5. Eczanelerden uyuşturucu alımının kısıtlanması asla gönüllü ve örgütlenmiş bağımlılara engel olmayacaktır;
6. Her zaman uyuşturucu kaçakçıları olacaktır;
7. Her zaman davranış bozukluğundan, tutkuyla bağımlı durumunda olan kişiler olacaktır;
8. Hasta bağımlıların toplum içinde zamanaşımına uğramayacak bir hakları vardır, bu da rahat bırakılma hakkıdır.
Bu her şeyden önce bir vicdan sorunudur. Uyuşturuculara ilişkin yasa, insanların acısına sahip olma hakkını kamu sağlığının zorba-müfettişlerinin eline düşürdü; çağdaş tıbbın kendi görevlerini her bireyin vicdanına zorla kabul ettirmeye çalışması tuhaf bir çaba. Resmi yasanın tüm melemeleri bu vicdan olgusu karşısında etki gücünden yoksundur: şu da bilinmelidir ki, ölümden bile daha fazla acımın efendisiyim ben. Her insan fiziksel acının ya da açıkyüreklilikle katlanabileceği düşünsel boşluğun oranı konusunda yargıç, hatta tek yargıçtır.
Bilincin açık olması halinde de, kapalı olması halinde de, hiçbir hastalığın elimden alamayacağı bir bilinç vardır, fiziksel yaşantımı bana duyumsatan bilinçtir bu. Eğer bilincimi yitirdiysem, tıbbın yapacağı tek bir şey vardır, o da bu bilinci yeniden elde etmemi sağlayacak maddeleri bana vermektir.
Fransa Eczacılık Okulu Diktatörü Beyefendiler,
sizler huysuz ukalalarsınız: öncelikle göz önünde bulundurmanız gereken bir şey vardı; ruhunu yitirmiş olmanın acısını tatmış olanların ruhsal yaşantıya dahil olmalarını sağlayacak, zamana direnen eşsiz madde afyondur.
Afyonun kesin olarak etki ettiği bir hastalık vardır ve bu hastalığın adı düşünsel, tıbbi, fizyolojik, mantıksal ya da ilaçlara ilişkin biçimiyle, her nasıl isterseniz, İçsıkıntısıdır.
İçsıkıntısı delirtir.
İçsıkıntısı intihar ettirir.
İçsıkıntısı lanetler.
İçsıkıntısını tıp bilmez.
İçsıkıntısını doktorunuz duymamıştır.
İçsıkıntısı yaşamı yaralar.
İçsıkıntısı yaşamın göbek kordonunu düğümler.
Haktan hukuktan uzak yasanızla benim içsıkıntımı, cehennemin tüm pusula iğneleri kadar ince bir içsıkıntısını en ufak bir güven duymadığım insanların, tıbbi salakların, gübre eczacılarının, adaletsiz yargıçların, doktorların, ebelerin, tıp müfettişlerinin eline bıraktınız.
Bedende ya da ruhta meydana gelen sarsıntılar, insan elinden çıkma hiçbir sismograf yok ki benim acımı tinimin yıldırımlar saçan acısı kadar kesin biçimde hesaplasın.
İnsanların hiçbir rastlantısal bilimi benim kendi varlığıma ilişkin sahip olabileceğim kesin bilgiden daha üstün değildir. Bende olan ne varsa hepsinin tek yargıcı benim. Ambarlarınıza dönün tıbbi kokuşmuşluklar, ve sen de, Sayın Bay Yasamacı Koyun, senin saçmalamanın nedeni insan sevgisi değil, bunu gerizekâlılık geleneğinden yapıyorsun. Bir insanın ne olduğu konusundaki cehaletin, yalnızca insanı sınırlayarak gösterdiğin aptallıkla eşdeğer tutulabilir. Umarım çıkardığın yasa dönüp dolaşıp babanın, ananın, karının, çocuklarının ve bütün torunlarının başına dert olur. Şimdi yut bakalım yasanı.
GENEL GÜVENLİK
AFYONUN ORTADAN KALDIRILMASI
Sonsuza dek rahat bırakılmamız için uyuşturucunun sözümona tehlikeleriyle ilgili sorunu didik didik etmek istiyorum gizli saklı bir şey bırakmadan. Benim bakış açım toplum karşıtıdır açıkça. Afyona saldırıda yalnızca bir neden vardır. Bu neden, afyon kullanımının toplum bütünlüğünü tehlikeye sokma tehlikesidir.
Oysa bu tehlike yanlıştır.
Ruhta ve bedende çürümüş olarak doğduk, anadan doğma uyumsuzuz; afyonu yok ederek suç işleme gereksinimini, beden ve ruh kanserlerini, umutsuzluğa eğilimi, doğuştan alıklığı, kalıtımsal frengiyi, içgüdülerin ezilgenliğini ortadan kaldırmayacaksınız; herhangi bir zehre, morfin zehrine, okuma zehrine, inziva zehrine, otuzbir zehrine, sürekli düzüşme zehrine, ruhun köksüz zayıflığının zehrine, alkol zehrine, tütün zehrine, toplum karşıtlığı zehrine güdümlü ruhların varolmasını engellemeyeceksiniz. Toplumun geri kalanı için iyileşmez ve yitik ruhlar vardır.
Onların çıldırmalarına yol açan bir yolu ortadan kaldırın, on bin tane başka yol yaratacaklardır. Daha etkili, daha şiddetli yollar, kesinlikle umutsuz yollar bulacaklardır. Doğanın kendisi de ruhen toplum karşıtıdır, yalnızca örgütlenmiş toplumsal birlik, güçlerin zorbalığıyla insanoğlunun doğal eğilimine karşı hareket eder.
Bırakalım yitikler yitsinler, olanaksız, üstelik gereksiz, çekilmez ve zararlı bir yenilemeyle uğraşmaktan daha iyi değerlendirebiliriz zamanımızı.
İnsan umutsuzluğunun nedenlerinden hiçbirini ortadan kaldırmadığımız sürece, insanın kendisini umutsuzluktan kurtarmak için kullandığı yolları yok etmeye hakkımız olmayacaktır.
Çünkü öncelikle bu doğal ve saklı itkiyi, insanın kendisini bir yol bulmaya iten, hastalıklarından kurtulmanın yollarını arama fikrini ona kazandıran bu yanıltıcı eğilimini ortadan kaldırmak gerekirdi.
Ayrıca, yitikler doğaları gereği yitiktirler, hiçbir ahlaksal yenilenme düşüncesi bunu değiştiremez, yaratılıştan bir gereklilik söz konusudur, intiharın, suçun, aptallığın, deliliğin tartışılmaz bir onulmazlığı söz konusudur; insanın başa çıkamayacağı bir ihanet söz konusudur, bir karakter ezilgenliği söz konusudur, tinin iğdiş edilmesi söz konusudur.
Söz yitimi varlığını sürdürür, omur iliği hastalıkları, frengili menenjit, hırsızlık, zorbalık varlığını sürdürür.
Cehennem şimdiden bu dünyanın ve zavallı cehennem kaçkını insanların içindedir, kaçışlarına bitimsizce yeniden başlamaya güdümlü kaçkınların içinde. Bu konuda bu kadar yeter.
İnsan sefildir, ruh zayıftır, her zaman yolunu kaybedecek insanlar vardır. Yollarını nasıl kaybettikleri önemli değildir; bu toplumu ilgilendirmez.
Yenilemenin bu konuda hiçbir şey yapamayacağını açık açık gösterdik, öyle değil mi, zaman kaybeder, dolayısıyla artık aptallığını derinleştirmede diretmeyeceğini gösterdik.
Sonuç olarak zararlıdır.
Gerçeğe doğrudan bakmaya cesareti olanlar tarafından, Amerika Birleşik Devletleri’nde alkolün yasaklanmasının sonuçları bilinir, öyle değil mi?
Deliliğin bir üst-üretimi: eter rejiminde bira, el altından satılan kokainle dolu alkol, katlanan esriklik, bir tür genel esriklik. Kısaca, yasak meyve yasası.
Afyon için de aynı şey geçerli.
Uyuşturucuya duyulan merakı arttıran yasak bugüne dek tıbbın, gazetelerin, edebiyatın pezevenklerine yaradı yalnızca. Uyuşturucu lanetlilerinin oluşturduğu savunmasız ve aşağı mezhebe karşı (savunmasızlar çünkü aşağı sınıftan onlar ve çünkü her zaman bir istisna söz konusu), o tin, ruh, hastalık lanetlilerine gösterdikleri sözümona kızgınlık üstünden kendilerine ustalıkla boktan ünler sağlamış insanlar var.
Ah onların ahlaksal göbek kordonları nasıl da iyi düğümlenmiştir. Analarından doğduktan sonra, hiç günah işlememişlerdir, öyle değil mi? Onlar havaridirler, yol göstericilerin soyundan gelirler; sadece öfkelerini nereye harcadıklarını, özellikle bunun için ne kadar para aldıklarını ve her şekilde bunun onlara neler sağladığını sorabilir insan kendine. Öte yandan asıl sorun bu değildir.
Gerçekte, zehirlere karşı gösterilen bu aşırı öfke ve birbirini izleyen aptal yasalar:
1. Zehir ihtiyacına karşı etkisizdirler, bu ihtiyaç giderilse de giderilmese de ruhta doğuştan varolur ve ruhu kesin biçimde toplum karşıtı hareketlere sürükler, hatta zehir varolmasa bile.
2. Toplumun zehir ihtiyacını arttırır, ve onu gizlenen bir kötülüğe dönüştürür.
3. Gerçek hastalığa zarar verir, çünkü asıl sorun, hayati düğüm, tehlikeli nokta buradadır:
Tıp için ne yazık ki hastalık varlığını sürdürmektedir.
Bağımlılara karşı olan tüm yasalar, tüm kısıtlamalar, tüm kampanyalar, toplumsal durum içinde zaman aşımına uğramayacak haklara sahip, insanlık acısının yarattığı bütün yoksunların elinden hastalıklarının ilacını, onlar için ekmekten de değerli olan bir besini, sonuç olarak yaşama yeniden dahil olmalarını sağlayacak aracı almaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Morfin yerine veba, diye uluyor resmi tıp, yaşam yerine cehennem. Hastaların hastalıkları içinde yatırılıp bekletilmeleri gerektiğini ileri sürecek J.-P. Liausu (kendisi ayrıca cahil bir cücedir) türünden gerizekalılar vardır yalnızca.
Bir yandan da bu mühim kişinin tüm ukalalığı burada kendini gösterir ve bütünüyle serbest davranır: genel iyilik adına, diye ileri sürer.
İntihar edin umutsuzlar, ve siz, bedenen ve ruhen işkenceye uğramış olanlar, bütün umudunuzu yitirin. Bu dünyada sizi rahatlatacak bir şey yok artık. Dünya sizin ölü kemiklerinizle yaşıyor.
Size gelince, açık bilinçli, tabesli, kanserli, kronik menenjitli deliler, siz anlaşılmadınız. Sizde öyle bir nokta var ki hiçbir doktor asla onu kavramayacak ve bana göre o nokta sizi kurtarıyor, sizi yüce, arı, mükemmel kılıyor: siz yaşamın dışındasınız, yaşamın üstündesiniz, sıradan insanın tanımadığı hastalıklarınız var, ortalama düzeyi aşıyorsunuz ve bu yüzden insanlar size diş biliyor, onların rahatlarını zehirliyorsunuz, onların düzenlerini altüst ediyorsunuz. Özünde bilinen hiçbir duruma uyum sağlayamamanızın yattığı, sözcüklerle anlatılamayacak, önüne geçilmez acılarınız var.
Tekrarlanan ve sabit durmayan acılarınız var, çözünmez acılar, düşüncenin dışında kalan acılar, ne bedenden ne de ruhtan kaynaklanan, ama ikisinden birden doğan acılar. Ben de hastalıklarınızı paylaşıyorum ve soruyorum sizlere: kim yatıştırıcının miktarını belirlemeye cüret edebilir? Hangi üst düzey aydınlık adına? Ruhlar bizim, biz bilginin ve aydınlığın kendisinin kökünde duruyoruz.
Bunu da ayak dirememize, acı çekmekte diretmemize borçluyuz. Acı bizlere tutunacağımız huzur dolu bir yerin arayışıyla, ötekilerin iyilik içinde aradıkları düzenin kötülük içindeki arayışıyla, ruhumuz içinde yolculuklar yaptırıyor. Biz deli değiliz, biz harika hekimleriz, ruhun, duyarlılığın, özün, düşüncenin dozajını biliyoruz. Rahat bırakılmamız gerekiyor, hastaların rahat bırakılmaları gerek, insanlardan hiçbir şey istemiyoruz, onlardan yalnızca hastalığımıza iyi gelen şeyleri istiyoruz. Biz yaşamımızı gayet iyi hesapladık, yaşamımızın ötekiler karşısında, özellikle de kendimize karşı kısıtlamalar getirdiğini biliyoruz.
Hastalığımızın bize her gün zorunlu kıldığı kabul edilmiş ölgünlüğün, kendimizden el etek çekmenin, incelikler konusunda felce uğramanın ne demek olduğunu biliyoruz. Hemen intihar etmeyeceğiz. Bizi rahat bırakmanızı bekliyoruz.
1 Ocak 1925
Çeviren: Orçun Türkay
Kaynak: kitaplık, Sayı:64 Eylül 2003
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)