13 Ağustos 2008 Çarşamba

Arthur Rimbaud: İlluminations - 2

TUFANDAN SONRA

TUFAN düşüncesi durulur durulmaz,

Evliya otlarıyla kımıl kımıl çançiçekleri arasında bir tavşan durdu, örümcek ağlarının arasından ebemkuşağına yakardı.

Ey! saklanan kıymetli taşlar, - çoktandır bakıp duran çiçekler.

Büyük, pis sokağa kasap dükkanları kuruluverdi; gravürlerdeki gibi o kat kat denize doğru kayıklar çekildi.

Mavi - Sakal'ın evinde, - mezbahalarda,- pencerelerini güneşin sararttığı cambazhanelerde, kan boşandı. Kan, süt aktı durdu bütün.

Yuvalarını kurdu kunduzlar. Kahvelerde «kahveler» tüttü durdu.

Camlarından hâlâ su sızan koca evin yaslı çocukları o eşsiz resimlere baktılar.




***

Bir kapı çarptı, - köy alanında, çocuk gürül gürül sağanağın altında, fırıldakları, her yandaki çan kulelerinin rüzgâr gülleriyle dolu kollarını döndürdü durdu.

Bayan Alplere bir piyano yerleştirdi. Kilisenin o yüz binlerce mihrabında, ayin yapıldı, ilâhiler okundu.

Kervanlar yola düzüldüler. Buzlar ve kutup gecesinin kaos'unda Splendide Hôtel'i kuruldu.

Kekik çöllerinde uluyan çakılları, - meyve bahçelerinde homurdanan tahta pabuçlu kır tanrıçalarını daha ilk o zaman işitti Ay. Sonra, tomurcuk yüklü, mor, o ulu ormanda Euchads, ilkyazın geldiğini söyledi bana.

-Sağırlar, durgun sular, - Köprünün, ormanların üstlerinden akıp gidiyor köpük; - Kumaşlar, organlar, - şimşekler, gök gürültüleri, - yükselin, akın; - Sular ve acılar, yükselin, daha bir artırın Tufanları..

Onların dağılıp gittiğinden beri, - siz ey gömülen eşsiz taşlar, açılmış çiçekler! - dayanılır gibi değil bu! - ve o kraliçe, saksıda ateş yakan Büyücü kadın, bilmediğimiz o nice şeyi hiç bir zaman bize tutup anlatayım demeyecek.


TAN

YAZ şafağını kucakladım.

Sarayların ön yüzlerinde hiç bir kımıltı yoktu daha. Ölüydü sular. Gölge yığınları orman yolundan ayrılmıyordu. Yürüdüm, ılık ve canlı solumalar uyandırarak, değerli taşlar bakışıp kaldı, sessizce kımıldandı kanatlar.

Daha şimdiden o serin, soluk parıltılarla dolu patikada ilk kımıltı bir çiçeğin bana tutup adını söyleyivermesi oldu.

Çamların arasında saçlarını çözen şelâleye güldüm: gümüş rengi tepede tanrıçayı tanıdım.
Tülleri birer birer tutup kaldırdım o zaman. O ağaçlıklı yolda, kollarımı salladım durdum. Ovalarda horoza haber verdim. Bütün kentte, çan kuleleri, kubbeler arasından kaçıyordu; mermer rıhtımların üstünde bir dilencileyin koşarak onu kovalıyordum.

Yolun ta üst yakasında, bir defne ormanının yanında, o top top olmuş tüyleriyle çevirdim, onu, o koca vücudunun ağırlığını birazcık duyar gibi oldum. Şafakla çocuk ormanın alt yakasında devriliverdiler.

Uyandığımda öğle olmuştu.



ÇOCUKLUK

I

O KARA gözlü, sarı yeleli, kimi kimsesi olmayan. Meksika ve Flemenk masallarından daha soylu; ülkesi nobran mavilikler, yeşillikler olan, o put, gemisiz dalgaların Yunanca, İslâvca, Keltçe yaban adlarla çağrılan sahillerde koşuyor.

Ormanın kıyısında - düş çiçekleri çınlayıp, açılıp, ışıldayıp duruyor, - bir kız portakal dudaklı, çayırlardan çıkıp gelen pırıl pırıl tufanın içinde bacak bacak üstüne atmış [duruyor], denizin, biteyin, ebemkuşaklarının gölgelediği, bir baştan bir başa geçtikleri, giydirdikleri o çıplaklık.

Denize yakın taraçalarda fırdönen bayanlar; küçük kızlar, dev gibi kadınlar, yeşil - gri köpükler içinde güzelim siyahîler, koruların, o verimli toprakların üstünde dikilmiş duran elmaslar, bahçecikler buzu çözülmüş, - genç analar ve bakışları kutsal yolculuklarla dolu kızkardeşler, o kurumlu, barbar giysili sultanlar, prensesler, yabancı küçük kızlar, mutsuz ama tatlı kişiler.

Ne cansıkıntısı, «sevgili vücut» ve «sevgili yürek» çağı.

II

O bu, küçük ölü, ardında gül fidanlarının. - İnliyor taşlığa ölü genç ana. - Kumda bağırıyor yeğenin arabası - Küçük oğlan kardeş - (Hindistan'da o ! ) orada, batan güneşe karşı, karanfil çayırında duruyor. - Dimdik gömülmüş ihtiyarlar şebboylu surlara.

Generalin evini çeviriyor bir yığın altın yaprak. Güneydeler. - Boş hana kırmızı yoldan varılır. Satılık şato; sökülmüş pancurlar. - Götürmüş olmalı papaz kilisenin anahtarını. Boş, ıpıssız, parkın yöresindeki bekçi kulübeleri. Öylesine yüksek ki duvarlar yalnız uğultulu tepeler görünüyor. Zaten, görünecek bir şey de yok içinde.

Horozsuz, örssüz o küçük köylere yükseliyor çayırlar. Yükseldi su bendi. Ey haçlı tepeler ve çöl değirmenleri, adalar, değirmen taşları.

Vızıldıyordu büyülü çiçekler. Bayırlar onu sallıyordu. Bir masalsı inceliğin hayvanları gidip geliyordu. Sonsuzluğun sıcak gözyaşlarıyla yapılmış bir engin denizde bulutlar toplanıyordu.

III

BİR kuş var ormanda, durdurur seni türküsü, kızartır yüzünü.

Bir saat var, çalmayan.

Ak hayvanların yuvaları, bir çukur.

İnen bir kilise ile çıkan bir göl.

Küçük, süslü bir araba, bir ağaçlığa bırakılmış ya da bir yolu inen dört nala.

Giyimli kuşamlı bir oyuncu topluluğu var yolda, ormanın arasından görünen.

Acıkınca, susayınca seni kovan biri var, en sonra.

IV

ERMİŞİM ben, bir taraçada yakaran,- otlayan o barışçıl hayvanlarleyin. Filistin denizlerine dek.

Bilginim karanlık koltuktaki. Dallar ve yağmur vuruyor kitaplığın penceresine ..

O bodur ormanlara çıkan büyük yolun yaya yürüyeniyim; su setlerinin uğultusu ayaklarımı örtüyor. O iç karartıcı altın arıtmasını görüyorum batan güneşin.

Engin denizdeki dalgaların üstüne bırakılmış bir çocuk olabilirdim pekala, ağaçlıklı yol boyunca yürüyen, alnı göğe değen, küçük bir uşak. Çetin keçiyolları. Katırtırnaklarıyle örtülü tepeler.

Kımıltısız hava. Ne kadar uzakta kuşlar, kaynaklar! Ancak sonu olabilir bu dünyanın, böyle yürürsen.


V

KİRALASINLAR artık bana bu kıyıları çimento kabartmalı, kireçle sıvanmış mezarı - ta dibindeki yerin.

Masaya dayıyorum dirseklerimi, lâmba, budalalığımdan birkaç kez okuduğum bu gazeteleri, hiç ilgimi çekmeyen bu kitapları nasıl da aydınlatıyor.

Enikonu uzak bir yerde olan yeraltı odamın üstünde evler kök salıyor, sisler toplanıyor. Kırmızı çamur ya da kara. Kent, korkunç, ucu bucağı yok gecenin.

Lâğımlar, alçak. Yanlarda yoğunluğu yerkürenin, bir o.

Mavi uçurumlar, ateş kuyuları belki. Belki aylar, kuyruklu yıldızlar, denizler ve masallar bu düzlemler üstünde buluşuyorlar.

O kaygılı saatlerde, yakut, maden yuvarlar kurarım. Ustasıyım ben suskunun. Ama niçin bu görünen deliği kubbenin köşesinde solgunlaşsın?

Hiç yorum yok: