İnsanların çoğunun hayatı öylesine sefil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir şey kaybettikleri söylenemez.
Bu çeşit kimselerde, değerli bir nitelik taşıyan biricik yan,yani insanlığın genel özellikleri ise, onlar ölseler bile,
öteki insanlarda var olmaya devam eder.
Devamlılık, bireylerin değil, insanlığın bir özelliğidir. İnsana sonsuz bir hayat verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, en sonunda karakterinin değişmezliği ve sınırlı zekasından ötürü, öyle bir yeksenaklık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki, sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı.
Bireyin ruh ölümsüzlüğünü istemek, bir yanılgıyı sonsuz olarak tekrarlamayı istemekle birdir. Çünkü aslında her birey, özel bir yanılgı,zavallı bir şey ve varolmaması gereken bir varlıktır. Ve hayatın gerçek amacı, bizi bundan kurtarmaktır. Bunu açıkça gösteren şey, bir çok insanın, hatta bütün insanların, hayal ettikleri bir dünyada olsalar bile, mutluluğa ulaşamayacak bir biçimde yaratılmış olmasıdır.
Hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyrılmış olsa, can sıkıntısının avucuna düşecekler ve can sıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkünlüğe, acılara, sıkıntılara yeniden yöneleceklerdir. Demek ki, insanı daha iyi bir duruma ulaştırmak için, onu daha iyi bir dünyanın içine yerleştirmek yetmez; asıl yapılması gereken iş, onu tepeden tırnağa değiştirmek ve o ana kadar ne ise, artık öyle olmamasını sağlamaktır. Bütün hayat etkinliklerinin sona ermesi, bu etkinliği sürdüren gücün bir yük altında kurtuluşu gibi görünüyor. Ölülerin yüzlerinde görülen o yumuşak durulmuşluk, belki de bunu dile getirmektedir.
(...)
Köpeğinize bakın: ne kadar uysal, ne kadar uslu değil mi? Bu köpek, yeryüzüne gelene kadar, binlerce köpeğin ölüp gitmesi
gerekti. Ama bu binlerce köpeğin ölümü, köpek İdea'sına hiç dokunmadı bile. Bu İdea, onların ölümleri ile kararmadı.
Köpeğinizin, sanki bugün dünyaya gelmiş gibi canlı ve diri olması ve hiçbir zaman ölüp gitmeyecek gibi görünmesi bundan
ötürüdür. Onun gözlerinde, varlığında taşıdığı ölümsüz ilke yani archeus pırıldamaktadır.
Peki binlerce yıl içinde ölüm neyi ortadan kaldırdı? Ölüm köpeği ortadan kaldırmadı. Çünkü köpek, işte şurada gözlerinizin önünde
ve kılına bile dokunulmamış halde duruyor. Ölümün yok ettiği şey, bilincimizin güçsüzlüğünün, ancak zaman içinde algılayabildiği
biçimi ve gölgesidir onun.
(...)
Hayatın kısa rüyasına karşılık, sınırsız zamanın gecesi ne kadar uzun!
Arthur Schopenhauer
13 Ağustos 2008 Çarşamba
Arthur Schopenhauer: Hayatın Acıları Üzerine
Hayatın Acıları Üzerine
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.
Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık.
Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve
kendi kendime, "Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!" diyordum.
Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: "Yine ne var?"
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün
zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
(...)
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.
İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?
(...)
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"
(...)
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.
İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır.
Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık.
Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, kapımın zilinin her çalınışında, gönlüm sevinçle doluyor ve
kendi kendime, "Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!" diyordum.
Ama yıllar geçip de, olgunlaştığım zaman, her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: "Yine ne var?"
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün
zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve her şeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da bir köşeye çekilip dinlenir. Geçmiş varlığının gölgesi ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
(...)
Dante, dile getirdiği cehennemin örneğini ve konusunu, bizim gerçek dünyamızdan başka nerede arayabilirdi? Nitekim, bize çok eksiksiz bir cehennem görüntüsü sundu. Ama cenneti ve cennetin mutlu hayatını dile getirmesi gerektiği zaman, aşılması olanaksız bir güçlükle karşılaştı. Çünkü içinde yaşadığımız şu dünya ile cennet arasında, hiçbir benzerlik yoktu. Cennetteki mutlu hayatı anlatacağı yerde, atalarının, sevgilisi Beatrice'in ve çeşitli ermişlerin verdiği bilgileri iletti bize.
İçinde yaşadığımız dünyanın, ne biçim bir dünya olduğu, böylece açık bir şekilde anlaşılıyor, değil mi ?
(...)
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar. Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek
ona şöyle bağırmak hakkımızdır: "Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?"
(...)
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir.
İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Arthur Schopenhauer: Sanat Üzerine
Her istek, bir gereksinimden, bir yoksunluktan, bir acıdan doğar; giderildiği zaman insan yatışır.
Ama yatışmış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin.
Alınyazısından kopardığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.
İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez.
Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, İksion'un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos'tur o.
Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız.
Epiküros'un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılardan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksilon'un çıkrığı durur o zaman... Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.
*
* *
Katışıksız düşüncenin istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğunu daha iyi görür.
*
* *
Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.
*
* *
Kaçamak, esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü şair, insanlığın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa.
*
* *
Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi.
Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat betimlenimleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.
*
* *
Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, iç rahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
*
* *
Melodinin yaratılması, insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması, burada her yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden, daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de yetersizdir.
Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.
Ama yatışmış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin.
Alınyazısından kopardığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez.
İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez.
Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, İksion'un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos'tur o.
Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız.
Epiküros'un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılardan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksilon'un çıkrığı durur o zaman... Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.
*
* *
Katışıksız düşüncenin istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğunu daha iyi görür.
*
* *
Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.
*
* *
Kaçamak, esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü şair, insanlığın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa.
*
* *
Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi.
Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat betimlenimleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve her şeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.
*
* *
Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, iç rahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
*
* *
Melodinin yaratılması, insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması, burada her yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden, daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de yetersizdir.
Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.
Arthur Rimbaud: Sarhoş Gemi
Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak Kızılderililer, nişan almak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.
Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.
Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.
Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece hora teptim;
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.
Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen sular;
Ne şarap lekesi kaldı,ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.
O zaman gömüldüm artık denizin Şi’rine,
İçim dışım sütbeyaz köpükten, yıldızlardan,
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.
Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.
Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri,
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.
Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir ayinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperir uzaklaşan dalgalar sıra sıra.
Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.
Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni
Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.
Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebem kuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.
Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.
Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer.
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.
Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı.
Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım, diz çökmüş bir kadın gibi.
Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.
İşte ben o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanze kadırgaları takamazken peşine.
Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins cins şaire mahsus yiyecekler;
Güneş yosunları, mavilik medusaları.
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın.
Yıldız yıldız adalar , kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarca altın kuş, sen ey gelecek kudret.
Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahsun bir çocuk
Mayıs kelebeği gibi kağıttan gemisini.
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum dalgalar,
Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerin sularında yüzemem
Arthur RİMBAUD
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak Kızılderililer, nişan almak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.
Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.
Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.
Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece hora teptim;
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.
Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen sular;
Ne şarap lekesi kaldı,ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.
O zaman gömüldüm artık denizin Şi’rine,
İçim dışım sütbeyaz köpükten, yıldızlardan,
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.
Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.
Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri,
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.
Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir ayinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperir uzaklaşan dalgalar sıra sıra.
Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.
Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni
Beklemedim Meryem’in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.
Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebem kuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.
Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.
Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer.
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.
Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı.
Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım, diz çökmüş bir kadın gibi.
Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.
İşte ben o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanze kadırgaları takamazken peşine.
Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins cins şaire mahsus yiyecekler;
Güneş yosunları, mavilik medusaları.
Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.
Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa’nın.
Yıldız yıldız adalar , kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarca altın kuş, sen ey gelecek kudret.
Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.
Gönlüm Avrupa’nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahsun bir çocuk
Mayıs kelebeği gibi kağıttan gemisini.
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum dalgalar,
Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerin sularında yüzemem
Arthur RİMBAUD
Arthur Rimbaud: Polise Yeminli İfade
10 Temmuz (akşam 8 suları)
Bir yıldan daha fazla bir süre Londra'da Mösyö Verlaine'le beraber yaşadım. Gazeteci olarak çalışıyor ve Fransızca dersi veriyoruz. İçinde yaşadığımız cemiyet imkânsızlaşmıştı, ben de Paris'e geri dönmek istedim. 4 gün sonra Brüksel'e gitmek için yola çıktım ve Verlaine'in beni ona katılmaya çağıran telgrafını gördüm. 2 gün sonra geldim ve Brasseurs Caddesi No. 1'de onunla ve annesiyle kaldım. Paris'e gitmek istediğimi açıkça söylemiştim. “Tamam git, neler olacağını göreceksin” diye cevap verdi.
O sabah, Saint Hubert Galerisi'nde bir ara yoldan tabanca satın aldı, öğlen sularında döndüğünde tabancayı bana gösterdi. Grand Place'taki Maison des Brassuers'e gittik ve benim ayrılışım üstüne kavga ettik. Saat 2 sularında evimize döndüğümüzde bir anahtarla kapıyı kilitledi, oturdu, tabancasını doldurdu ve iki defa ateş etti. Bana “Sana terketmeyi öğreteceğim!” dedi.
Tabancayı hemen üç metre ilerden ateşledi. Birincisi elime geldi, ikincisini ıskaladı. Annesi de oradaydı, bana yardım etti. St. John Hastanesi'ne götürüldüm, orada yaramı sardılar. Yanımda Verlaine ve annesi vardı. Yaram sarılınca eve döndük. Verlaine devamlı “Beni terketme, kal benle” diyordu ama bunu istemedim. O akşam 7'de evden hep beraber ayrıldık. Place Roupp'a yaklaştığımızda Verlaine beni geçip önümüzden yürüdü, sonra tekrar yanıma döndü. Elini, tabancasını almak için cebine soktuğunu gördüm.
Yarı dönerek geri çekildim. Sonra bir polis bularak hikâyeyi anlattım, polis de Verlaine'i karakola götürdü. Verlaine eğer huzur içinde gitmeme izin verseydi bana verdiği fiziksel zararı şikâyet etmeyecektim.
Çeviren: Ahmet Güntan
kitap-lık
Sayı: 99 Kasım 2006
Bir yıldan daha fazla bir süre Londra'da Mösyö Verlaine'le beraber yaşadım. Gazeteci olarak çalışıyor ve Fransızca dersi veriyoruz. İçinde yaşadığımız cemiyet imkânsızlaşmıştı, ben de Paris'e geri dönmek istedim. 4 gün sonra Brüksel'e gitmek için yola çıktım ve Verlaine'in beni ona katılmaya çağıran telgrafını gördüm. 2 gün sonra geldim ve Brasseurs Caddesi No. 1'de onunla ve annesiyle kaldım. Paris'e gitmek istediğimi açıkça söylemiştim. “Tamam git, neler olacağını göreceksin” diye cevap verdi.
O sabah, Saint Hubert Galerisi'nde bir ara yoldan tabanca satın aldı, öğlen sularında döndüğünde tabancayı bana gösterdi. Grand Place'taki Maison des Brassuers'e gittik ve benim ayrılışım üstüne kavga ettik. Saat 2 sularında evimize döndüğümüzde bir anahtarla kapıyı kilitledi, oturdu, tabancasını doldurdu ve iki defa ateş etti. Bana “Sana terketmeyi öğreteceğim!” dedi.
Tabancayı hemen üç metre ilerden ateşledi. Birincisi elime geldi, ikincisini ıskaladı. Annesi de oradaydı, bana yardım etti. St. John Hastanesi'ne götürüldüm, orada yaramı sardılar. Yanımda Verlaine ve annesi vardı. Yaram sarılınca eve döndük. Verlaine devamlı “Beni terketme, kal benle” diyordu ama bunu istemedim. O akşam 7'de evden hep beraber ayrıldık. Place Roupp'a yaklaştığımızda Verlaine beni geçip önümüzden yürüdü, sonra tekrar yanıma döndü. Elini, tabancasını almak için cebine soktuğunu gördüm.
Yarı dönerek geri çekildim. Sonra bir polis bularak hikâyeyi anlattım, polis de Verlaine'i karakola götürdü. Verlaine eğer huzur içinde gitmeme izin verseydi bana verdiği fiziksel zararı şikâyet etmeyecektim.
Çeviren: Ahmet Güntan
kitap-lık
Sayı: 99 Kasım 2006
Arthur Rimbaud: Mutluluk
Ey mevsimler, ey şatolar!
Deyin kusursuz kim var?
Ben de herkes gibi tuttum
Büyülü mantığı denedim.
Selâm Gal horozuna selâm
Selâm her ötüşünde selâm
Hevesten, arzudan oldum
Görün sıfırı tükettim.
Yedi bitirdi bu büyü beni
Takat komadı, yok etti.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Sıvışma saati, yazık
Ölüm saatidir artık.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Çeviri: İlhan BERK
Deyin kusursuz kim var?
Ben de herkes gibi tuttum
Büyülü mantığı denedim.
Selâm Gal horozuna selâm
Selâm her ötüşünde selâm
Hevesten, arzudan oldum
Görün sıfırı tükettim.
Yedi bitirdi bu büyü beni
Takat komadı, yok etti.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Sıvışma saati, yazık
Ölüm saatidir artık.
Ey mevsimler, şatolar ey!
Çeviri: İlhan BERK
Arthur Rimbaud: İlluminations - 9 Son Bölüm
BOTTOM
GERÇEK, benim büyük yaratılışım için her ne kadar güçlüklerle doluysa da,- gene de Bayan'ın evinde tavanın silmelerine doğru uçan ve kanatlarımı akşamın karanlıklarında sürüyen kocaman kül rengi - mavi bir kuş olarak buldum kendimi.
Onun tapılası elmaslarını ve vücudunun kusursuz yapısını taşıyan karyolanın ayakucunda, diş etleri mor, kaygıdan tüyleri ağarmış bir ayı oldum; gözlerim billur ve gümüş takımlarında konsolların.
Her şey gölge ve kızgın bir akvaryum oldu. Sabahleyin, - çekişici haziran şafağı - kentin yöresinden Sabine'ler gelip boynuma atılıncaya dek, bir eşek (olarak), sızlanmalarımı çınlatarak ve sallayarak tarlalarda koştum durdum.
H
TÜM korkunçluklar bozuyor. Hortense'ın o yıldırıcı davranılarını. Kendiliğinden bir sevdadır yalnızlığı; dipdiri bir sevidir yorgunluğu. Bir çocuk gözetiminde, nice nice çağlar ulusların yaman bir sağlıkbilgisi oldu o. Kapısı açık yoksulluğa. Orada, yaşayan kişilerin aktöresi, onun tutkusunda ya da eyleminde kaybolur gider. - Ey o korkunç ürpertisi ilk aşklann o kanlı toprakta, hem de hidrojenlerle pırıl pırıl! gidin, bulun Hortense'ı.
DEVİNİM
Devinimi ipin, o ırmağın sularının döküldüğü bentte,
Geminin kıç bodoslamasında uçurum,
Çabukluğu rampanın,
Korkunç uğrayışı akıntının
Çekip götürülüyor tuhaf ışıklarla
Sonra o kimyasal yenilik
Vadinin hava hortumuyla çevrili yolcular
ve strom'un.
Fatihleri bunlar dünyanın
Bir zenginlik arayanlar kimyasal kişisel;
Spordu, rahatlıktı onlarla yola çıkmışlar;
Irkların, sınıfların ve hayvanların
Eğitimini götürüyorlar, bu gemide
Dinlenmek ve başdönmesi
O tufansı ışıkta,
O yaman çalışma gecelerinde.
O konuşmalar çünkü, cihazlar, kan, çiçek, ateş ve elmaslar arasında
Kaçıp giden geminin bordasındaki cansıkıcı hesaplar çünkü
- Hidrolik devinimsel yolun ötesindeki bir set gibi kayarak,
Görüyorsun azmanları, sonsuz pırılpırıllar, -o stok çalışmalar,
Sürmüşler kendilerini o uyumsal coşkuya
Ve yiğitliğine buluşun.
O en şaşırtıcı hava kazalarında
Bir çift genç bir kenara çekilip durmuşlar köprünün kemerinde,
- Bu o eski vahşet mi bağışlanan?-
Türküler söylüyorlar ve nöbet tutuyorlar.
SOFULUK
KIZKARDEŞİM, Louise Vanaen de Yoringhem'e: - Kuzey denizine dönük mavi hotozu. - Deniz kazasına uğrayanlar için.
Kızkardeşim Leonie Aubois d'Ashby'ye. Baou (*) vızıldayan ve pis kokan yaz otu. Humması için anaların ve çocukların.
Lulu'ye, - şeytana - Amies zamanındaki o küçük kiliselerle tamamlanmamış eğitimi için bir özlem duyan. Adamlar için.
- Bayan ..... .'e.
Delikanlılığıma, bir zamanların. Bu kocamış evliyaya, keşiş kulübesine, ya da yalvaçlığa.
Usuna yoksulların. Ve o en yüksek rahipler katına.
Sonra bütün tapınışlara, anılmağa değer bir tapınış yerinde ve öylesine olaylar içindeki anlık dileklere, ya da gerçek kötülüğümüze uyarak kendimizi bırakıvermemiz gerek.
Bu akşam o yüksek buzlar ülkesi Cireto'ya, balık gibi yağlı, al gecenin on ayı gibi renk renk, - (yüreği amber ve kav), - o dilsiz tek yakarış için benim, o gece bölgeleri gibi, o kutupsal boşluktan daha amansız olan yiğitliklerden önce gelen.
Ne pahasına olursa olsun, bütün o çağlarla (havalarla), doğa ötesi yolculuklarla bile. - Ama daha yok artık.
______________________________ ______
(*) Baou, Malezyaca, yiiz ölçümü (D. de Graaf'a göre).
PERİ
SEVGİ ve bugündür o, madem köpüklü kışa, yazın gürültüsüne açık bir ev yaptı, içkileri, besinleri arıttı, o ki uçucu yerlerin büyüsü, konutların insanüstü tatlılığıdır. Sevgi ve gelecektir o, kuvvet ve aşk demek olan biz, taşkınlıklar, can sıkıntıları içinde fırtınalı gökte coşku bayraklarının geçtiğini görüyoruz.
Aşktır o, tam bir ölçü ve yeniden türetilmiş, o beklenmedik, olağanüstü akıl ve sonsuzluk: tapılan makinesi yazgısal niteliklerin. Biz onun ve kendimizin korkunç üstünlüğünü biliyoruz hep: ey o sevinci sağlığımızın, hızlı yetilerimizin, ona olan bencil sevgi ve tutku, o ki sonsuz dirimi için sever bizi.
Ve biz onu anarız ve o dolaşır ... Ve tapma başını alıp gidince, çınlar, çınlar verdiği söz: «Boş inanlar, bu eski bedenler, bu karı kocalar ve bu çağlar geride kalsın. Batan, bu çağ!»
Başını alıp gideyim demeyecek o, bir gökten yeniden ineyim demeyecek, kadınların öfkelerinin, erkeklerin sevinçlerinin kurtuluşunu yerine getiremeyecek ve bütün o günahtan sıyrılamayacak: olan oldu çünkü, yaşayarak ve sevilerek.
Ey o solukları, başları, koşuları onun: biçimlerin ve eylemin yetkinliğinin amansız çabukluğu!
Ey o verimliliği aklın ve uçsuz bucaksızlığı evrenin! Vücudu; düşlenmiş kurtuluş, yeni baskıyla kesişen güzelliğin kopması!
Görünümü, görünümü onun! Bütün o eski dize gelmeler ve onun geçişine dinelmiş acılar.
Işığı onun! O çok yeğin musikideki tüm çınlamalı, devimsel yasların kaldırıp atılması.
Adımı! Eski saldırılardan daha büyük olan göçler.
Ey O ve biz! Yitik acımalardan daha sıcak olan böbürlenme.
Ey yeryüzü! Ve o yeni mutsuzlukların yaman ezgisi!
Bizim hepimizi tanıdı ve hepimizi sevdi o. Bu kış gecesi, ona, burunlardan burunlara, gürültülü kutuptan şatoya dek, kabalıklardan sahile, bir bakıştan öbür bakışlara, güçlerden ve o yorgun duygulardan seslenelim, ve görmeyi düşünelim onu ve sonra da tutup gönderelim onu ve bataklıklar altında ve tepesinde kar çöllerinin görüntülerini, o soluk alış verişlerini, vücudunu, ışığını izleyelim
GERÇEK, benim büyük yaratılışım için her ne kadar güçlüklerle doluysa da,- gene de Bayan'ın evinde tavanın silmelerine doğru uçan ve kanatlarımı akşamın karanlıklarında sürüyen kocaman kül rengi - mavi bir kuş olarak buldum kendimi.
Onun tapılası elmaslarını ve vücudunun kusursuz yapısını taşıyan karyolanın ayakucunda, diş etleri mor, kaygıdan tüyleri ağarmış bir ayı oldum; gözlerim billur ve gümüş takımlarında konsolların.
Her şey gölge ve kızgın bir akvaryum oldu. Sabahleyin, - çekişici haziran şafağı - kentin yöresinden Sabine'ler gelip boynuma atılıncaya dek, bir eşek (olarak), sızlanmalarımı çınlatarak ve sallayarak tarlalarda koştum durdum.
H
TÜM korkunçluklar bozuyor. Hortense'ın o yıldırıcı davranılarını. Kendiliğinden bir sevdadır yalnızlığı; dipdiri bir sevidir yorgunluğu. Bir çocuk gözetiminde, nice nice çağlar ulusların yaman bir sağlıkbilgisi oldu o. Kapısı açık yoksulluğa. Orada, yaşayan kişilerin aktöresi, onun tutkusunda ya da eyleminde kaybolur gider. - Ey o korkunç ürpertisi ilk aşklann o kanlı toprakta, hem de hidrojenlerle pırıl pırıl! gidin, bulun Hortense'ı.
DEVİNİM
Devinimi ipin, o ırmağın sularının döküldüğü bentte,
Geminin kıç bodoslamasında uçurum,
Çabukluğu rampanın,
Korkunç uğrayışı akıntının
Çekip götürülüyor tuhaf ışıklarla
Sonra o kimyasal yenilik
Vadinin hava hortumuyla çevrili yolcular
ve strom'un.
Fatihleri bunlar dünyanın
Bir zenginlik arayanlar kimyasal kişisel;
Spordu, rahatlıktı onlarla yola çıkmışlar;
Irkların, sınıfların ve hayvanların
Eğitimini götürüyorlar, bu gemide
Dinlenmek ve başdönmesi
O tufansı ışıkta,
O yaman çalışma gecelerinde.
O konuşmalar çünkü, cihazlar, kan, çiçek, ateş ve elmaslar arasında
Kaçıp giden geminin bordasındaki cansıkıcı hesaplar çünkü
- Hidrolik devinimsel yolun ötesindeki bir set gibi kayarak,
Görüyorsun azmanları, sonsuz pırılpırıllar, -o stok çalışmalar,
Sürmüşler kendilerini o uyumsal coşkuya
Ve yiğitliğine buluşun.
O en şaşırtıcı hava kazalarında
Bir çift genç bir kenara çekilip durmuşlar köprünün kemerinde,
- Bu o eski vahşet mi bağışlanan?-
Türküler söylüyorlar ve nöbet tutuyorlar.
SOFULUK
KIZKARDEŞİM, Louise Vanaen de Yoringhem'e: - Kuzey denizine dönük mavi hotozu. - Deniz kazasına uğrayanlar için.
Kızkardeşim Leonie Aubois d'Ashby'ye. Baou (*) vızıldayan ve pis kokan yaz otu. Humması için anaların ve çocukların.
Lulu'ye, - şeytana - Amies zamanındaki o küçük kiliselerle tamamlanmamış eğitimi için bir özlem duyan. Adamlar için.
- Bayan ..... .'e.
Delikanlılığıma, bir zamanların. Bu kocamış evliyaya, keşiş kulübesine, ya da yalvaçlığa.
Usuna yoksulların. Ve o en yüksek rahipler katına.
Sonra bütün tapınışlara, anılmağa değer bir tapınış yerinde ve öylesine olaylar içindeki anlık dileklere, ya da gerçek kötülüğümüze uyarak kendimizi bırakıvermemiz gerek.
Bu akşam o yüksek buzlar ülkesi Cireto'ya, balık gibi yağlı, al gecenin on ayı gibi renk renk, - (yüreği amber ve kav), - o dilsiz tek yakarış için benim, o gece bölgeleri gibi, o kutupsal boşluktan daha amansız olan yiğitliklerden önce gelen.
Ne pahasına olursa olsun, bütün o çağlarla (havalarla), doğa ötesi yolculuklarla bile. - Ama daha yok artık.
______________________________ ______
(*) Baou, Malezyaca, yiiz ölçümü (D. de Graaf'a göre).
PERİ
SEVGİ ve bugündür o, madem köpüklü kışa, yazın gürültüsüne açık bir ev yaptı, içkileri, besinleri arıttı, o ki uçucu yerlerin büyüsü, konutların insanüstü tatlılığıdır. Sevgi ve gelecektir o, kuvvet ve aşk demek olan biz, taşkınlıklar, can sıkıntıları içinde fırtınalı gökte coşku bayraklarının geçtiğini görüyoruz.
Aşktır o, tam bir ölçü ve yeniden türetilmiş, o beklenmedik, olağanüstü akıl ve sonsuzluk: tapılan makinesi yazgısal niteliklerin. Biz onun ve kendimizin korkunç üstünlüğünü biliyoruz hep: ey o sevinci sağlığımızın, hızlı yetilerimizin, ona olan bencil sevgi ve tutku, o ki sonsuz dirimi için sever bizi.
Ve biz onu anarız ve o dolaşır ... Ve tapma başını alıp gidince, çınlar, çınlar verdiği söz: «Boş inanlar, bu eski bedenler, bu karı kocalar ve bu çağlar geride kalsın. Batan, bu çağ!»
Başını alıp gideyim demeyecek o, bir gökten yeniden ineyim demeyecek, kadınların öfkelerinin, erkeklerin sevinçlerinin kurtuluşunu yerine getiremeyecek ve bütün o günahtan sıyrılamayacak: olan oldu çünkü, yaşayarak ve sevilerek.
Ey o solukları, başları, koşuları onun: biçimlerin ve eylemin yetkinliğinin amansız çabukluğu!
Ey o verimliliği aklın ve uçsuz bucaksızlığı evrenin! Vücudu; düşlenmiş kurtuluş, yeni baskıyla kesişen güzelliğin kopması!
Görünümü, görünümü onun! Bütün o eski dize gelmeler ve onun geçişine dinelmiş acılar.
Işığı onun! O çok yeğin musikideki tüm çınlamalı, devimsel yasların kaldırıp atılması.
Adımı! Eski saldırılardan daha büyük olan göçler.
Ey O ve biz! Yitik acımalardan daha sıcak olan böbürlenme.
Ey yeryüzü! Ve o yeni mutsuzlukların yaman ezgisi!
Bizim hepimizi tanıdı ve hepimizi sevdi o. Bu kış gecesi, ona, burunlardan burunlara, gürültülü kutuptan şatoya dek, kabalıklardan sahile, bir bakıştan öbür bakışlara, güçlerden ve o yorgun duygulardan seslenelim, ve görmeyi düşünelim onu ve sonra da tutup gönderelim onu ve bataklıklar altında ve tepesinde kar çöllerinin görüntülerini, o soluk alış verişlerini, vücudunu, ışığını izleyelim
Kaydol:
Yorumlar (Atom)